AHMET ÖNEL’DEN OTO/KOPİ

Ahmet Önel, “Oto/Kopi”de gündelik yaşamın sorunları içinde bunalan insanın iç çatışmalarını, dış dünyayla ilişkisini, yalnızlığını, güvensizliğini ve kendisini gerçekleştirme çabalarını ele alıyor. Önel ile kitabı hakkında konuştuk.

Ahmet Önel ile Oto/kopi adlı anlatı / roman kitabı hakkında söyleşi. Cumhuriyet Kitap 7.7.2017
Ahmet Önel

BERKEN DÖNER: Oto/Kopi‘nin bir”anlatı” olduğu, daha kitabın kapağında belirtiliyor. Gerçekten de kitabı okurken bir öykü okumaya başladığımız izlenimi oluşuyor ama giderek bir iç konuşmaya tanıklık ediyormuşuz gibi. Metnin bir “anlatı” olduğuna nasıl karar verdin? Bir yazınsal tür olarak anlatının sınırlarını nasıl belirlersin? Türlerin birbirinden ayrıldığı özelliklerle değil de birbirleriyle geçişen özellikleri bağlamında neler söylemek istersin?

AHMET ÖNEL: Oto/Kopi‘nin bir anlatı olduğuna, oylumuyla ortaya çıktığında karar verdim. Kafamdaki uzun öykünün sınırlarım aşmıştı ama yine bendeki “roman” tanımının içini dolduracak denli boyutlu ve derinlikli değildi. Novella’nın uzun anlatı olduğunu biliyoruz. Anlatının sınırları ile belirlemenin de ötesinde, metindeki duygu ve arayışlar diye de yanıtlamalıyım bu soruyu. Öykümdeki kadın karakter, “kaybeden biri olmanın sınırlarında” gezinen biri örneğin.

Yaşamla kurduğu ilişkiyi görevi gereği okuduğu metinler üzerinden çözümlüyor. Sıradan bir okur olarak da yapmaz mıyız bunu? Okuduğumuz bir metnin gidişi üzerinde iç sesimiz her an “ben olsam” diye cümleler kurmaz mı? Trajik olanın ille de büyük olması gerekmiyor elbette. Trajedinin, dışarıdaki patlamadan çok içeride açtığı çukur daha önemli belki de. Sessiz, iddiasız bir “yenilgi kabulü” hali. Yalnızca bu fotoğrafı ortaya koymaya çalıştığım bir metnin öyküye sığmayacağını ama roman olmaya özenmeyeceğini de tahmin etmiştim kaleme alırken. Metin yazınsal türünü bir biçimde kendisi belirledi diye söyleyebilirim bu nedenle.

“MERAKLI BAKIŞLARI İSTEMEZKEN NE KADAR SAMİMİYİZ?”

Metinde neyin merkeze alındığını, belki de konusunun diyelim, ipucunun verildiği ilk sayfadaki şu cümle, kitap boyunca temel kaygıyı, bireyin nasıl da körleştiğinin tartışıldığını haber veriyor desem, yanılır mıyım: “Dünyanın en sessiz, en sakin belki de en var olmayan insanları yaşıyor bu sokakta ve biri hariç, hiç kimse pencere perdesinin ardından meraklı bakışlarla kendisini ablukaya almıyor. “

Anlatının asıl cümlesini yineleyeyim öncelikle. “Karmaşık bir hayat, düzenli bir anlatı karşısında donanımsızdır.” Bu cümleyle kurgulanmış ama -çoğunlukla- yazılmamış olan yaşantılarımızın bir metin olarak neye tekabül ettiğini sorguluyorum. Bir yaşamın metne dönüştüğü noktadaki hazırlıksız yakalanışı, onun acemiliğini ve donanımsızlığını ele veriyor. Hiçbir yaşantı iyi bir metne, kusursuz bir hayata dönüşemiyor bu yüzden. Çabalarımız, tasarruflarımız, politikalarımız yalnızca daha iyi bir okur olmakla sınırlı kalıyor. Söylediğin cümleye gelince ona ne ekleyebilirim bilemiyorum! Hayatı indirgediğim o sessiz ve yaban sokak, yalnızlığımızın taçlandırıldığı bir metafora mekân olmakla sınırlı. Meraklı bakışları hayatımızda istemiyoruz ama bunu ifade ederken acaba ne kadar samimiyiz? Okuru olmayan bir metnin hasleti ve hasetinden farklı değil yaşamlarımız.

“SAMİMİYET”İN DE YAZINSAL YOLCULUKTAKİ YOLDAŞLIĞI KAÇINILMAZ

Evet, “bunu ifade ederken acaba ne kadar samimiyiz?” Yazarın yaptığı, bir bakıma gündelik yaşamındaki “maskeli” ilişkilerden sıyrılıp samimiyetini yazıyla gerçekleştirmek değil mi? Yazar, yaratma sürecinde ne kadar samimidir? Bu samimiyet, yapıtın estetik değerinde ne kadar belirleyicidir?

Bunun bir tartısı yok elbette ama öyle olduğunu düşünecek kadar samimiyet bile yeterli belki. İyi bir dil tutturmanın yanı sıra şu söz konusu “samimiyetin de” yazınsal yolculuktaki yoldaşlığı kaçınılmaz sanki. Bir insanlık halini resmetmek amacıyla kaleme kâğıda sarılmış birinin, öncelikle kendisini aldatmaya kalkması ne ölçüde anlaşılabilir bir durum olabilir ki zaten? “Maskeli ilişkiler” dediğiniz olgu, aslında bire bir yazıya yönlendiren bir olgu değil mi yoksa?

“Sahtekârlık” hayatın içine zerk edilmiş durumda zaten. Ama konumlandığınız yerden bütün bu ilişki biçimlerine, davranış kalıplarına, dahası duygu ve düşüncelere “yetkin bir dokunuş” gerçekleştirebilmeniz için öncelikle kendiniz olmanız kaçınılmaz. Yoksa bu eksikliğiniz de yargıladığımız şu dışarıdaki hayatın bir halkası olmakla yetinme durumunda kalacaktır ki onun sağlamasını yapmak da bir başka ve hakiki bir “samimi” yazara düşecektir! Samimiyetin bir “estetik değer” belirleyicisi olduğunu söylemek de kolay değil bu noktada. Bu konuda bugüne değin bizi aldatagelen yazarlar olmuşsa eğer -ki bunu öğrenmek neredeyse olanaksız- bunu yalnızca buruk bir gülümsemeyle karşılayabiliriz. Öyle ya da böyle anlatının estetik zeminindeki gücünün, zenginliğinin, dilsel hakimiyetinin ötesinde, asıl olan temel olgu “hakikatten” başka ne olabilir?

Ahmet Önel, Oto/kopi, Otokopi, anlatı, roman, 2016, Ve Yayınevi

“İNSAN, KENDİSİNİ BİR BAŞKASINDA YANSITMAZ MI?”

Metinde, senin ifadenle “kendini ablukaya almayan” insanları “Mavi Sakal” metaforuyla tanımlamak (gerçi bana kalsa ben de böyle tanımlarım), biraz insafsızlık olmuyor mu?

Önce bir itirafta bulunayım: Kitaptaki o “Mavi Sakal” benim! Bunun, kitabın yazılış süreciyle de bir ilgisi var. Kısaca özetlemek gerekirse her hafta sonu, oturduğum evin bahçe kapısının önüne ısrarla park eden ve sonra da arabadan hışımla çıkıp giden kadına öncelerde öfkelendiğimi, sonra da onu konumlandırmaya çalıştığımı iyi hatırlıyorum. Öykü de buradan çıktı zaten. O kadına bir yayınevinde editörlüğü uygun gördüm ve anlatı kendiliğinden akmaya başladı.

“Mavi Sakal”, izole olmuş yaşamına karşın dünya ve insanlara ilgisini eksik etmeyen bir kesimin temsilcisiydi. Böyleleri, ille kesip biçmekle yükümlü değildir ama belki de benim de yaptığım gibi günün birinde sizi öyküleştirebilir! Bu karaktere sanatçı ya da yaratıcı diyelim istersen. “Kendini saklayan” bir kimlik olarak gözükmesi ise şaşırtmalar içeren oyunun bir parçasıdır. “Mavi Sakal”ın olumsuz bir kimlik olarak teşhirinde bile bir şaşırtmaca var bu yüzden. İnsanın kendisini bir başkasında yansıttığını sıklıkla yinelemez miyiz? Buradaki ayırıcı öğe, yakınınızda olmayan, dahası tanımadığınız birini de bir “aynaya” dönüştürebilmede belki.

“KARMAŞIK BİR HAYAT, DÜZENLİ BİR ANLATI KARŞISINDA DONANIMSIZDIR.”

Senin metinlerinde alttan alta, hatta üsten üste diyebilirim, bir ironik dil her zaman kendini hissettirir. “İroni”yi çekip alsak senin yaratıcılık sürecinden neleri eksiltiriz?        

Bana göre ironi, “hayata katlanma” biçimimizin bir göstergesi. Peki, ciddiye alınması gereken an ve durumlar yok mu? Elbette var ama söz ettiğimiz ironik duruş bir dışa yansıma değil ki. Yani şakacı kimliğimizi her an ve her durumda açığa çıkarmak zorunda değiliz ama bize özgü ürünlerde bu ayrıcalığımızın tadını çıkarmaktan neden kaçınalım ki? İroni, yazının da ötesinde, hayatın her alanına sızabilmeli kanımca. Yazdığım çocuk kitaplarından tutun da sahne oyunlarıma, öykülerime değin ironinin bana ve ürünlerime kattığı zenginlikten yararlanmaktan yanayım. Bu hayatı katlanabilir kılan başka hiçbir “gerçek zenginlik” yok çünkü.

Oto/Kopi‘de daha öznel bir durum var elbette. Çevresindeki tüm yaşamları yazılmış bir metin olarak görme yetisinin yüklenilmesi ironisinin de ötesinde, söz konusu metinlerin bizzat ironik olması durumu da devreye giriyor. Yakınlarda okuduğum bir metinde -Borges’tendi yanılmıyorsam- geçen şu sözün doğruluğunun altını çizeyim bu noktada: “Yaşamımızda geçip giden tüm küçük trajedileri belli bir zaman sonra bir farsa dönüşmüş olarak anımsarız. ” Ne eklenebilir ki bu söze? Yıkım anlarında bile ironik duruşu sergileyebilecek denli güçlü müyüz gerçekten? Bu novelladaki temel cümlemin olduğu yere bir kez daha gelip dayandık işte. Evet, “karmaşık bir hayat düzenli bir anlatı karşısında gerçekten donanımsız.” Öyleyse çok yaşasın tüm yazılmış ve yazılacak metinler!

Oto/Kopi, Ahmet Önel, Ve Yayınevi, 120 s.

Söyleşen: Berken Döner, Cumhuriyet Kitap, 7.7.12016

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir