“Ülkü Başsoy, kırk sayfalık metninde, Ece Ayhan şiirine getirdiği yorumla bir başyapıt kotarmış. Ece Ayhan şiirini tanımak, tadına varmak isteyenler, “Anacığım, Merhaba!”yı okumalı önce.”
“Az çarpık bir ağız, yarı dikişli bir gözkapağıyla Avrupa’da kent kent dolaşan birbirinden ilginç Ece Ayhan portreleri…” Arka kapaktan alıntıladığım bu sözler, onun şiirine de yakıştırılabilir. Ameliyatlarla hacamat edilmiş kafatasıyla çekilmiş fotoğraflarına baktığımda, şiiri gibi bir yüz demiştim. Muhalif yapısından ötürü köpüren duygularını dizelerine döken, kavgacı, haylaz bir yüz anlatımı…
Ellili yıllarda Ankara’ya bir Pazar Postası şairi olarak gittiğimde tanıştım Ece Ayhan’la. Bilmiyorum neden hemen el koydu Adana’dan gelmişliğime. Şiir konuşmuyor şiir gibi bir gün geçiriyorduk. Goralı’dan pabuç gibi sandviç almış, Piknik’te Arjantin içmiştik. Sanki bir koşucudan ödünç almış yürüyüşü dikkatimi çekmişti. Kısa adımlarla, tezayak bir yürüyüş. Yürüyüşü gibi hızlı düşünen, konuşan biriydi. Günün sonuna doğru arkadaşlığımızı taçlandırmaya karar vermiş olmalı ki “akşama operaya gidiyoruz” “Opera seyretmedim ben.” Sevindi. “İyi ya işte” dedi. Adana’dan gelen bir şaire operayı ilk seyrettiren başka bir şairin sevinci olmalıydı bu. Suna Kan’dan aldığı iki davetiyeyi böylece değerlendirmiş olacaktı. Opera binası, seyirci, opera şaşırtıp durmuştu. Şarkı söyleyerek ölmek sahneleniyor sanmıştım. Sevdiği adamın ölüm haberi gelince zehir içen kız şarkı söyleye söyleye ölmüştü. Öldü denilen adam çıkıp gelmiş, sevdiğinin yerde yattığını görünce, bardakta kalan zehiri içip o da şarkı söyleyerek devrilmişti. Fakat kız diriliyor, sevdiği adamı yanıbaşında yatık görünce, bu kez hançerle kendini yeniden öldürüyordu. Adam şarkı söyleyerek diriliyor… Gülmem tutunca, hıçkırarak ağlayan yan tarafımdaki kadın, terbiyesiz dercesine bakmıştı bana. İlk ve son kez seyrettiğim operadan çıkarken, dayanamayıp sormuştum Ece’ye “Opera bu mu yani?” Kadının bakışının aksine, “sanatın böylesi de var işte” demişti. Yılmaz’la Adana’da gittiğimiz her yerde insanları şaşırtmak için olmadık şeyler yapardık. Ece düşündükleriyle şaşırtmıştı beni. Hem de anlamakta zorlandığım bir hızda. Sonradan öğrendim, yedi yaş benden büyükmüş. Belki boyumun uzunluğundan ötürü belki de abilik taslamak istemediğinden yaşıtı gibi davranmıştı bana.
Mülkiye’den tanıdığı Ece Ayhan’ın, yıllarca kendisine gönderdiği mektupları, kartları, arkadaşlığa inandığı, değer verdiği için saklamış biri Ülkü Başsoy. Hatıraları biriktirirken, bir gün kitaplaştırırım diye aklından geçirdiğini sanmıyorum(2008 yılında kitap önerisini getiren Küçük İskender’e, İskender’i Başsoy’a tanıştıran Hüseyin Alemdar’a selam buradan.). Arkadaşlık, dostluk adına saklamış. İyi de yapmış. Ve Yayınları’nın editörü, aynı zamanda şair Kenan Yücel, bir define avcısı gibi eğilmiş bu değerli birikime. Bunu mektup kültürüne ve bir şairden geriye kalanlara önem verdiğinden, biraz da Ece Ayhan’ın Türk Şiiri’nde özel bir yeri olduğuna inandığından yapmıştır bence. Hatıralar sayesinde, Ece’nin başından geçenlerin, şiirini nasıl etkilediğini, ruh durumunu, kendisi de sanatçı olan Ülkü Başsoy müthiş yorumlamış.
Ece Ayhan İçişleri’ne bağlı bir kaymakam, Ülkü Başsoy Dışişleri’nde görevlidir. Mektuplar ve kartlar 1965–1976 yıllarında; askerden, kaymakamlık yaptığı yerden, hapisten, De Yayınları’nda çalıştığı dönemden, beyin ameliyatı için gittiği Zürich’ten gezip tozduğu Avrupa kentlerinden yazılmış.
Ayhan Çağlar’ken bir süreliğine İzmir’de bir lisede okumuş. Şiir yazmadığı halde “Türkiye’nin en iyi şairi ben olacağım” demiş. Şiir yazmaya başladığında adının önüne Ece koymuş. “Bundan sonra Ece Ayhan olacak!” Ece kraliçe demek. Neden Kral Ayhan dememiş acaba? Üniversite yıllarında, şiiriyle isim yaptığı sırada, Adnan Menderes’i, Celal Bayar’ı desteklemesi muhalif olmasını zedelemiyor bence. Yazımının başında, “muhalif yapısından ötürü köpüren duygularını dizeye döken” demiştim, ille de iktidara karşı muhalif olunacak diye bir kural yok. Yaşama muhalif olmak, yaşamdan işkillenmek! Ceketiyle kavga edenleri gördüğüm için böyle diyorum. Uçakla yolculuğun ayrıcalık olduğu bir zamanda, gidiş-dönüşlerinde, uçakta yediği yemekleri ballandırarak anlatmasının onu burjuva yapmayacağı gibi.
Mektuplar, kartlar, Ece’nin anlattığı, çizdiği şeylerdir. Elbette önemli. Fakat “Anacığım, Merhaba!”nın önemi Ülkü Başsoy’un, ilerde Türk şiirine damgasını vuracak olan arkadaşının, şiire başlamadan ve başladığı zamanlarına tanıklık etmesi. Bir ruhdeşen gibi o günlerdeki Ece’nin iç dünyasını deşmesi, haritasını çıkarmasıdır. Ellilerin Ankara’sını, arkadaşlarını sayıp dökerken, çoğunun benim de arkadaşım olduğunu gördüm. Özdemir’in [İnce] dediği gibi “biz de 20’li yaşları yaşadık be yiğenim!”
Çoksesli müzik, deneyselliğe varan atonal müzik onları çok heyecanlandırır. Ülkü Başsoy’un yorumunu okuyalım: “Ece Ayhan, çoksesli müziğin insanlığın ortak dili olduğunu kavramıştı. İç müziklerini açabilip paylaşanlar, mutluluğun ölümsüzlüğünü de bölüşebilirler. Orada dostluk vardır. Mutluluklar barışı, barış mutlulukları, dostluğu yeşertecektir. Bana göre Ece Ayhan’ı ozanlarımız arasında ‘benzersiz, özel’ yapan niteliklerden biri, işte çoksesli müziğe iyice, yakından bakabilmeye, onu anlamaya çalışması olmuştur.”
Bir başka yorumu: “Biz dizelerini onun istediği gibi içimizden okuyup bitirince Ayhan, hafiften kızarmış yanaklarıyla bana/bize bakar ve sorgulayan gözlerle tepkimizi görmek isterdi. Ne var ki yepyeni yazılar vardı karşımızda. Hiçbir sınıflamaya sokamadığımız bir dil poetikası, içerik ve söylem biçemini, şiirde atonaliteyi algılayamaz, ne diyeceğimizi şaşırır, morarırdık. İçlerine giremediğimiz, çözemediğimiz bu dizelere, açıktan ve kuvvetli desteğimiz de olamazdı pek, yadırgar, ondan açıklamasını beklerdik. Oysa böyle bir tutuma kesinlikle girmez, susar, bizden düşünmemizi, algılamamızı, çözümün tılsımını bulmamızı isterdi…” Ülkü Başsoy, kırk sayfalık metninde, Ece Ayhan şiirine getirdiği yorumla bir başyapıt kotarmış. Ece Ayhan şiirini tanımak, tadına varmak isteyenler, “Anacığım, Merhaba!”yı okumalı önce.
1980 yılında Karaköy Köprüsü’nde Cemal’le karşılaştığımda, elimde boşanma kâğıdı vardı. Şiiri gibi içi de güzel olan arkadaşım fark etmişti bendeki tuhaflığı. Meseleyi öğrenince Ece’yi aramış, Hatay’da arkadaşlarla, kanguru ülkesine güle güle git yemeği vermişlerdi. İşte orada Ece “Bu adamı operaya ilk götüren benim, seyrettikten sonra ‘opera bu mu?’ diye sormuştu.” Masada atılan kahkahalar şimdi kulaklarımda çınlıyor.
Ülkü Başsoy’un yorumunu sindiren okuyucu, Ece’nin şiirine açılan kapıyı aralamış olur.