Kulağı Kirişte, çağdaş bir pencere aralıyor yakıcı gerçekliğe ilişkin. Dünyayı saran onca yıkıma dizeleriyle tarih düşüren Lajus’nun sınıfsal konumu oldukça belirgin. Kısaca duyarlık ortaklığı yaptığı sınıfın insanlarını tanımakla kalmıyor, çok da iyi tanıtıyor; onların yarasına dokunuyor, güven duyuyor.
Ahmet Günbaş
1990’dan beri Fransa’da yaşayan Aytekin Karaçoban, şiirin yanı sıra deneme-inceleme ve çevirileriyle tanınmakta. Gerek ülkemizde altı yıl süren öğretim üyeliği, gerekse [Türk şiirine]* duyduğu ilgiyle bizden biri sayılan Claire Lajus’dan çevirdiği seçme şiirlerle dolu Kulağı Kirişte[i] kitabı çağdaş bir pencere aralıyor yakıcı gerçekliğe ilişkin. Dünyayı saran onca yıkıma (…) dizeleriyle tarih düşüren Lajus’nun sınıfsal konumu oldukça belirgin. Kısaca duyarlık ortaklığı yaptığı sınıfın insanlarını tanımakla kalmıyor, çok da iyi tanıtıyor; onların yarasına dokunuyor, güven duyuyor. Aşağıdaki -içinde eylem çekirdeği bulunan- potansiyel sessizliğe bakarak algılayabiliriz o perspektifi:
"Şurda burda sessiz tütünlü ya da tütünsüz adamlar oturaklarda Yalnız Yüzlerinde buruşma sırtlarında sefalet aylakların kaygısızlığında" (s. 15)
Kulağı kirişte bir dünyalı…
Böyle bir tanımdan hareketle ‘kulağı kirişte bir dünyalı’ olarak değerlendirebiliriz Lajus’yu. Gündelik yaşamı yansıtmaya çalıştığı her kadrajda; domino etkisi yapan olayları, araya sızan her görüntüyü değişik bir gözle irdeler. Örneğin, “Bağbozumu” şiirinin bildik bağbozumuyla pek ilgisi yoktur. Ona göre “turuncu şafak”la uyanmanın sabahında, “ve insan –varlığının seyircisi- / yürüyüp gider işine.” (s. 16) dendiğinde birden fazla olasılık takılır peşine. Üretken emeğin çarklarından fırlayan her kıvılcım gizli bir destanın habercisidir. Aynı şekilde “Deniz Manzarası”ndaki dalgaların gürültüsü, “haykırır dalgalar / yeniden başlamanın yasasını! / anımsatırlar / kimse kaçamaz bundan” (s. 19) öfkesiyle dişe dişe bir savaşımın uğultusunu taşır. İnanç paydasında payımıza düşen şu iki dize de –doğadan süzülen bilinçle- yeniden doğmanın muştusuna götürür bizi:
"tohumlar fısıldar hiçbir şey ummadan ekmek gerek diye ekim yapan kendine inanmalıdır tohuma inanmadan önce der karık" (s. 24)
Lajus, böyle bir noktaya sarsıcı sorularla getirir okuru. İnanmakla yapmak arasında, “yüreğim köylü yüreği” (s. 24) yalınlığında, toprak kokulu eylemsel bir tavra sahiptir. Doğa, en güzel, en iyi açıklamasıdır diyalektiğin. Toprakta olup biten her şey diyalektik bir süreç izler ve çok şey öğretir insana. Bunu “Minerallik” şiirinin bütününde daha iyi anlarız. İnsanlığın üzerine kâbus gibi çöken ne varsa, “sessizlikte yatan devler sarsılacak bir bir” (s. 20) “Sözden”liğinde karşılığını bulur ve korkularımızla büyüyen nice anlam gibi küçülür gider. Her iki şiirde göze çarpan “nadasa bırakılan arzularımızın yaban enginliği” (s. 21-22) dizesi uzak ve çileli bir yolculuğu çağrıştırır. İlk bölümde bir parça portre şiir olarak yansıyan “Vinç İşçisi”nde, “bir araya toplar bütün umutları / yüreği çarpar mavinin” (s. 17) iyimserliği içinde boşluğa meydan okuyan mekanik bir ses gizlidir. Kitaba önsöz düşüren Özdemir İnce, “Vinç işçisi için şiir yazmak kimin aklına gelir?” (s. 11) demiş şaşkınlıkla. Belli ki bakarkör şairlere seslenmiş burada.
“ve insan –varlığının seyircisi-“
Oysa yığınla ayrıntı var gözümüzü dikecek, kulağımızı kirişte tutacak, aklımızı meşgul, hatta tarumar edecek. Sözgelimi, doğasal yağmayla birlikte teknolojik çöplüğe dönüşen yeryüzünün geleceği hakkında kafa yormak ancak çağdaş bir şairin harcı olsa gerektir. Kitabın düzyazı şiirlerden oluşan ikinci bölümü “Devinir Gölge”nin bir yerinde duyurulanlar pek iç açıcı değildir bu konuda:
"dans ediyoruz yanı başımızda, toprak sarsılıyor ve ağaçlar hıçkırık içinde, ömrümüz borsanın bozuk biçimini alıyor, yorgun dönüyoruz tarla sulamada suyu pompalanan bir kuyu gibi, soluğumuzu tutuyoruz akşamleyin boş binalarda, yalnız çalıştığımızda kimse geçişimizi duyumsamamalı, ömrümüzün yıpranmışlığı anımsatır –kulaklarda uğuldama– tropikal ormanların yokoluşu, maden arama çalışmaları, terk edilmiş altın madenleri, pis sular –biliyoruz bunu– zincirin son halkalarını oluşturuyoruz, ilk elde kopacak." (s. 29)
Direnen Şarkı ile Zorbaların Şarkısı adlarını taşıyan ardışık bölümlerde ise epik tiyatroyu andıran bir hava egemen. Kulağı Kirişte bir şiirin Ortadoğu merkezli insanlık cinayetlerine ilişkin tanıklığından kaynaklanan utanç dolu olayları az çok anımsıyoruz hepimiz. Şair, burada fazlasını yapıyor; tekrar tekrar içselleştirerek gözümüze sokuyor adeta.
İşid barbarlarınca yağmalanan Palmira antik kenti ortak bir dile bürünüp, tarihsel bir koro olarak yerini almış dünya sahnesinde. Başlı başına bir uygarlık korosu yani… Buna ‘insanlık korosu’ da diyebiliriz. Görmüş geçirmiş bir kentin sesine kulak vermek hayli ilginç ve ürpertici.
Bu senaryoda kimler var derseniz; sizi, ağıt formuna dökülen şarkı adlarıyla yanıtlayabilirim: Sığınmacının Şarkısı, Denizin Şarkısı, Bekçi, Boğulanların Şarkısı, Kıyı Korumanın Şarkısı, Halkın Şarkısı, Mahpusun Şarkısı, Duvarların Şarkısı gibi ezgilerin toplamında, yerine göre can çekişen, her geçtiği yerde bir parçasını yitiren savaş artıklarına ilişkin dramatik görüntüler uğulduyor. Çoluk çocuk yollara dökülen masum yığınların çitlere takılması, duvarlara toslaması, tıkış tıkış doluştuğu teknelerle sulara gömülmesi dün gibi aklımızda.
Özellikle yıkıntıya dönüşen Palmira kenti korosundan yankılanan gözü yaşlı seslenişler dayanılacak gibi değil. Şair, batıp çıkan yaşam eğrisini çağrıştıracak biçimde kopuk kopuk dizelerle ifade etmiş yaygın vahşeti:
"toprak yaşlı kum eski acı bin yıllık verimli ya da çöl toprak geçtiğini görür uygarlıkların belirsiz yollarda o geçici kervanları savaş insan cehennemidir" (s. 62)
Ne var ki Lajus, akışına bırakmıyor bu cehennem hâlini. Onca yıkıma karşın bir iyimserlik aşısı yapıyor şiir gücüyle. Geleceğe inanmak, her koşulda direnci diri tutmak diyelim buna. Aksi halde yarından umudu kesmenin nelere mal olacağı ortada. Halkın Şarkısı’nı dinleyerek yeniden gözden geçirebiliriz kendimizi pekâlâ. Önce ortak bir hüzün çizgisinde buluşmak, sonra “avaz avaz ölüme meydana okumak” ancak bize yakışır:
"ölüler önceden bildirdiler anlattılar bize Tarih’in çukurları dönüp giden film makaraları seslerimiz boğuluyordu rüzgâr yutuyordu sözlerimizi demir ve ateş egemenliğine geçirdiğinde gökleri taş taş üstünde bırakılmadığında topraklarımızda acımadan bakıldı bize ölüler bildirmişlerdi bize kimse inanmadı bize başka çaremiz yoktu savaşmaktan silahla sedyeyle kalemle kan selleri engellemiyordu bizi [ii] savaşmaktan avaz avaz ölüme meydan okumaktan bu savaştaki etleriz biz kimse inkâr edemez varlığımızı" (s. 69) Kulağı Kirişte’n süzülen acıyla birlikte, barış cephesine katkıda bulunan bir şairi ayakta alkışlamanın önemine dikkati çekmek isterim. Ahmet Günbaş Kaynak: Klaros Blog Yazıya Ahmet Günbaş'ın izniyle yer veriyoruz.
[i] ) Kulağı Kirişte, Claire Lajus, çev. Aytekin Karaçoban, Ve Yayınevi, 1.basım, Ocak 2021
[ii] ) Fransa’da yayımlanan La Porte de néant, Éditons Stock, 2016 (Hiçliğin Kapısı) adlı yapıtında devrimi ve savaşı anlatan Suriyeli yazar Samar Yazbek’ten alıntı. (Çevirenin notu)
* Yazıda “Türkçe şiire” biçiminde kullanılmıştır.