Gözüm Özge Dirik’i arıyordu
Eski ağır abileri överken Oktay Rifat (Bu yıl 100. Doğumyılı) “Kötü şairle, daha kötü şairler vardır” der ve ekler “Hep kötü bir şâir olmaya çalıştım.” Bu alçak gönüllülük, Oktay Rifat’ın büyük şair olduğunun en açık kanıtı olsa da bu söze katılamayacağım; çünkü en başından “şair”in var olduğuna inanmıyorum. Bu, yıllar içinde gelişen bir kanı.
Sanırım, Haziran 2003’tü. Rıfat Ilgaz Şiir Yarışması’nda Özendirme Ödülü almıştım. İşin aslı, ödülden çok, müntehir Özge Dirik’le (27.8.2004, ruhu şad olsun) tanışacağıma sevinmiştim. Çeşitli site ve dergilerden şiirlerini izlediğim biriydi. Ödüllere baktığımda onun adını gördüğümde heyecanlanmıştım. Aldığı dereceyi anımsamıyorum ama o da benim gibi Kastamonu’ya ödül töreni için davet edilmişti. Ödülün Kastamonu ayağını Betül Tarıman yönetiyordu. Kendisiyle törende tanıştım. Şiir üzerine birkaç dakika konuştuk ancak gözüm Özge Dirik’i arıyordu. Nasıl göründüğünü bilmediğimden herkesi alıcı gözle inceliyordum. Sonra, gözüme kestirdiğim birine yaklaştım. Çınar Yayınevi’nin editörü Utku Erişik’ti o kişi. Onunla da epey konuştuk. -Hatta, sonraları dostluğumuz uzun yıllara yayıldı.- Ancak, gözlerim yine Özge Dirik’i arıyordu. Bir türlü karşılaşamamıştım kendisiyle tören öncesi. Törenin yapılacağı okulun avlusunda birkaç saat geçirdikten sonra, tören için içeriye çağrıldık. Okulun tiyatro salonuna yönlendirildik.- Her yer kırmızı kadifeydi. Kırmızıyı severim ancak bu kadarını sevmem.- Sonunda, tören başladı. Dereceye girenler sırayla çağrıldı ve bir şiirlerini okumaları istendi. “Şairler” tek tek kürsüye çıkıyor, şiirlerini okuyorlardı.Yaşça en küçük olduğumdan, en son ben okuyacaktım. Sıramı beklerken sıkıldım ve dışarı çıktım; çünkü seçilen şiirleri beğenmemiştim. Ve birden Ruh Ruleti şiirinden o dizeleri duydum:
Yorgunsun
Kırlangıç renginde kısık bir uğultu
Şakağını silaha daya
Biraz dinlen ve git sonra
Mahcup ve dokunaklı, tok bir sesle okuyordu şiirini
Hemen, büyük bir ses çıkararak, kapıyı ittim ve kendimi içeri attım. Özge Dirik’i görecektim sonunda. Ve gördüm. Mahcup ve dokunaklı, tok bir sesle okuyordu şiirini. Yüzümde beliren gülümsemeyi şimdi bile anımsarım. Yerime geçmeden bulduğum ilk koltuğa oturdum ve şiirin bitmesini bekledim. Şiir bitince, alkış koptu, ayağa kalktım, hem yerime yürüyor hem de alkışlıyordum. Bu hâlimi gören Özge Dirik bana gülümseyerek yerine geçti. Sıra bendeydi. Şiirimi okudum ve tören bitti.
Tören dağılınca soluğu avluda aldım hemen. Özge’ye yetiştim. Yanında Utku Erişik vardı. Üçümüz oradan buradan muhabbet ettik. Sonra, Utku Erişik yanımızdan ayrıldı. -Şimdi bile şiirden söz etmeyi hiç sevmem. Şiir yeterince konuşur çünkü- Özge’yle ufak çaplı bir şiir muhabbetine başladık. Uzun uzun konuştuktan sonra ikimiz de ezcümle “Şairin gereksizliği” sonucuna vardık ya da daha önce vardığımız bu düşünceyi yineledik aramızda. Istanbul’da buluşmak için Hazzo Pulo’da sözleşmiştik ancak gelmemişti. Sonra öğrendim ki; gelmiş, kapıda durup bana bakmış, beklediğimi görmüş ama içeriyi girmeyip gerisin geriye dönmüştü. Öğrenince şaşırmıştım. Olaydan sonraki bir iki ay içinde yaşamına son verdi. Hep düşünmüşümdür, “Şâirin gereksizliği”nden yola çıkarak kendini gereksiz hissettiği için mi yaşamına son vermişti acaba?
‘Şairin gereksizliği’
Peki, neydi bu Şairin Gereksizliği? Şiir yazılan değil, söylenen bir şeydir. Şiir, yazılmaya başlandığı an düzyazıya dönüşür. Buradaki “yazma” eylemi nedir? Elbette ki şiiri dünyevi anlamda kâğıda, sigara paketine, bilgisayar ekranı ya da başka bir nesneye yazıyoruz ancak “şiir yazmak” bu anlamda bir yazma değildir; çünkü şiir yazarken sözcük kullanılmaz. Sözcük, düzyazıya ait bir kavramdır. Şiir, söz ile yazılır. Bu yüzdendir ki, yazmaya gerek yoktur özünde, söylenmesi yeterdir. Tıpkı, ozanların yaptığı gibi. O yüzden de, şair ve ozan sözcükleri aynı anlamda değildir. Ozan, sözün uzamına, erimine ve hakikatine eren kişidir. Hatta, eski Türkler’de şifâcı (otman) özelliği bile vardır. Tabii, bu ayrı bir konu.
Şair’e geri dönersek… Şiir için şaire gerek yoktur. Her şiir özünden anonimdir çünkü. Anlam ve algı dünyasından o sözler çoktan denmiş (Yer kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur ilkesi) ve kulaktan kulağa yayılmıştır çoktan. Hatta iyi bir şiiri duyduğunuz zaman, o şiiri daha önce dinlemiş ve biliyormuş hissine kapılışımızın nedeni budur. Bu tanınılırlık duygusu şiirin doğasındaki anonimlikten gelir. Anonim ve zaten söylenmiş bir şey için bir yazana, yani şaire, gerek yoktur. Eğer bir şiir için bir şaire gereksinim duyuyorsanız o şiir kötü bir şiirdir hatta şiir bile olmayabilir. Özge’nin şiirlerini de aynı bu duyguyla okuyordum; sanki daha önce duymuş ve hatta kendim yazmış gibi. Bu yakınlık, onun hakikatli bir şair olduğunun değil, hakikatli bir insan olduğunun kanıtıydı. Şiiri de zaten ancak hakikatli insanlar yazabilirdi; hiç şair olma zahmetine bile girmeden. Çünkü, şiir “o”nu yazıyordu. Şiir, şairini yazıyor, yaratıyordu zira.
Kaynak: KolajArt