“Şiir, birbirimizin acısını taşıyor olmanın bir nişanesidir; çünkü ‘ben’den başlayıp ‘biz’in alanına varıyor, kalplere ve ruhlara dokunuyor. Bugünün gerçekliğiyle yanıp kavrulan bir dünyada bunu çok önemsiyorum. Benim için şiir gerçeği taşıyabilmek; birbirimizi anlamak ve birbirimize uzaktan da olsa dokunabilmek için gizli bir geçittir. Aynı zamanda, birlikte doğrulacağımız günler için de bir sığınak.”
Süreyya Aylin Antmen ile yapılan ve 4.12.2016 tarihli BirGün gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metni…
Söyleşen: Nazlı Yıldırım
NAZLI YILDIRIM: Beş yıl aradan sonra “Geceyle Bir” ile çıkageldiniz. Birikim ve işçilik gerektirir. Süreci nasıl değerlendirdiniz?
SÜREYYA AYLİN ANTMEN: Sonsuzluğa Kiracı‘dan sonra daha bir durulmuş olan ruhun; kendi içerisinde pek çok sıkıntıya karşı duran zorlu bir sürecin şiirleri Geceyle Bir. Dosyanın tamamlanması sürecinde tabiatla çok daha iç içe olduğum ve yeryüzüyle iletişimi sürdürmenin yeni imkânlarını aradığım bir uzun zamanı yaşadım. Esasında zihinde, ruhta ve yürekte çoktan yaşanmış ve bitmiş olanın şiirleriydi bunlar; yeryüzü seslerinde kendi iç seslerimi karşılamaya başladıkça bir dil evi edindiler. Kalbin ve zihnin ortaklaşa verdiği bir savaşın, yakıcı reddedişin; duyulan özlemlerin, acının ve arzunun tortusu vardı, kalbin ateşe verdiği bir ruhta sanırım yalnızca bu tortuyu havalandırmış oldum ve şiirler birbirinin peşi sıra geldiler. Bazen boşlukla biçimlenmiş acı verici bir sessizlik, bazense yükseklerde ve aşağılarda yaşam ateşini arayan bir doluluk eşlik etti şiire. Göklerde, kalpte başlayan bir ateşin yankılarını aradım. Ne olursa olsun, yaşamın, bir kez olsun yitirmişlerin kazandığı bir savaş olduğunu belleğin derinliklerinden bu ateşin yankılarıyla çıkarmaya çalıştım.
Şartlardan dolayı zor, ama güzelliğini böyle bir zorluğun içerisinden seslenebilmiş olmaktan alan bir süreçti. Şiirlerin bir ruh bütünlüğü varsa, onun da bu gerçeklik olduğuna inanıyorum.
Şiirlerinizin varlığını oluşturan poetikanızdan yola çıkacak olursak, şiire dair ne dersiniz?
Şiirin ruha özgü, ruhun zamanına ait bir dil olduğuna inanıyorum. Yükseklerin ve derinliğin ezgisini aynı anda söylemeyi başarabilen bir dil. İçerde bir dışarılık haliyle dikiyor bakışlarını üzerimize, zamanın içerisinde işlemekte olan bir başka zamanı gösteriyor. Bu zamanın gözleriyle bakıyor dünyanın ve bugünün gerçekliğine. Bu yüzden içinde olduğumuz zamanın tanıklığı olarak görüyorum şiiri; hem kişisel hem de toplumsal tarihimizin gizli acılarıyla ifade alanı bulmuş bir tanıklık bu. Göçebe ruhlara dönmeden önceki son yükselen ses. Hepimiz adına verilmiş bir nefes.
Şiir sırtını yaşama yaslıyor, var olma gücünü yaşamın getirdiği hezimetlerden ve zaferlerden alıyor. Gerçekle yüzleşmek, başkalarının iç sınırlarına temas edebilmek ve bütün sınırları ortadan kaldırabilmek için bildiği en sahici yol bu. Hezimetler ile zaferler arasında bireysel olarak başlayan bir mücadeleyle oklarını ilk önce kendisine yöneltiyor ve içerdeki barbarı bu şekilde susturabilmek istiyor. Sonrasında bu savaş önüne geçilemez bir yangın gibi dolaşıyor aramızda. Her savaşın bir ganimeti vardır; kendiyle savaşmanın ganimeti de şiirdir bana kalırsa. En büyük kayıpların ve en güçlü kazanımların bir arada oluşuyla kurulan bir dil var olma gücünü her zaman kalbin sancılarıyla kazanıyor. Bir yandan kendisiyle diğer yandan da yaşamla hesaplaşıyor ve yüzleşiyor. Önce kendi mezarını kazarak, ölüsünü toprağa koyarak başlıyor hesaplaşma. Ölüler için yaşam, yaşayanlar içinse huzursuzluk vaat ediyor.
Genelde ise şiirin, dünyanın başka bir yerinde acısıyla, kederiyle bir başına bırakılmış, incitilmiş, yaralarla yaşamak zorunda bırakılmış insanlarla bağ kurmanın ve “birbirimizin acısını duyduğumuz kadar varız” demenin bir yolu olduğuna inanıyorum. Şiir, birbirimizin acısını taşıyor olmanın bir nişanesidir; çünkü ‘ben’den başlayıp ‘biz’in alanına varıyor, kalplere ve ruhlara dokunuyor. Bugünün gerçekliğiyle yanıp kavrulan bir dünyada bunu çok önemsiyorum. Benim için şiir gerçeği taşıyabilmek; birbirimizi anlamak ve birbirimize uzaktan da olsa dokunabilmek için gizli bir geçittir. Aynı zamanda, birlikte doğrulacağımız günler için de bir sığınak.
“Sonsuzluğa Kiracı” ve “Geceyle Bir” kitaplarınızı okuduğumuzda, imgelerinizdeki derinliğine nasıl yaklaşmalıyız?
Kendi bakışımızın enginliği ölçüsünde, iç seslerimizin baskın çıktığı zamanlarda kendimize yaklaştığımız gibi yaklaşabiliriz şiire. Ancak o zaman, kendini açığa verecek tanıdık bir sesi buluruz diye düşünüyorum.
Sonsuzluğa Kiracı‘da biraz daha yasına dönmüş bir dil vardı. Oğula, terden yapılmış bir kemiğin kırılışına, kırgınlık olarak var olmaya mahkûm şeylere odaklanıyor; bir şeyi kavramaya en yakın olduğumuz an aslında her şeyin sonsuza dek yitirilmiş olduğunu söylüyordu. Geceyle Bir‘deyse artık yasını toplamış, savaşı kaybettiğine inandığı yerde verdiği bütün savaşları kazanmış insanların ortak sesi var. En azından seslerin ortak bir sese dönüşebilmesini ümit ediyorum. Doğa yeniden canlanıyor, yıkılmış olan yeniden inşa ediliyor, bir büyük kırgınlık yerini aşkın coşkusuna bırakıyor. Tıpkı yaşam gibi, kendi halinde olan bir seslenişin dokusu hissediliyor. Olanın ve söylenmişlerin yanı sıra, olmayanın ve henüz söylenmemişlerin, belki hiçbir zaman da dile getirilmeyeceklerin büyük bir yeri var bu şiirlerde. Söylemenin güzelliğini susmanın enginliğiyle karıyor.
Önceki şiirlerinize nazaran bu yeni şiirlerinizde yabancılaşma, kırgınlık, kendine çekilme halleri yoğun.
Aksine, kendine ve dolayısıyla başkalarına yakınlaşma yolunu uzaklıklarla kurmuş, derinliğin ve yüksekliğin içerisinden aynı anda konuşmayı arzulamış bir şiir diyebilirim kendi şiirime. Daha çok bir kanatlanma, yükselme isteği var, arada yer yer içerideki kırgının sesi de duyulabilir şekilde yükseliyor elbette. “Parçalanmış zincirlerle kapalı kapım”, bu dize çok şey söylüyor gibi aslında. Hatta bunu yüksek sesle haykırıyor. Yükselme isteğiyle birlikte ruhun karanlık ve arzulu bölgelerinden konuşmaya başlıyor artık şiir. Çok kişisel bir alana çekmek istemesem de kişisel olanın dışından konuşmak bazen mümkün olmuyor ne yazık ki. Şiir yaşamla aynı hızda ve aynı derinlikte yol alıyor, tıpkı dip akıntısı gibi. Birbirlerinden bağımsız değiller. Başlı başına bir yabancılaşmadan bahsedemeyiz belki. Ama hayret etmeyi, şaşırmayı seviyorum. Yaşamda çok içselleştirdiğimiz, artık kanıksadığımız şeylere çok öteden farklı bir hissiyatla bakmayı, onları yeniden keşfetmeyi; yaşamın sadeliği ve ritmi karşısında hayret duygusunun yükselişini önemsiyorum. Bu da belki sizin yabancılaşma olarak gördüğünüz noktaya temas ediyordur.
Her şeyin şiire dâhil olduğu bir yeryüzünde şiirinin belirleyicisi nedir? Şiirini yapan, güçlendiren asıl etken?
Bunun cevabını önceki sorularla da vermiş oldum aslında. Şiirin dışında bir ev yok. Orada sadece katı bir gerçeklik yaşıyor ve bizim yalnızca bu gerçeklikle soluk alıp vermemiz, yaşamış sayılmamız mümkün görünmüyor bana. Yeryüzünde ikinci bir yaşam inşa edebilmenin; yaşamış olduğunu, ölümün ötesinde yapılan arzu dolu bir yürüyüşü söylemenin güçlü bir ağzıdır şiir. Dolayısıyla asıl etken yaşamlarımızdır; kayıplar, yitirilenlerdir. İçinde canlı kalabilmek için dahil olduğumuz, ama aslında bizden bağımsız olarak var olan savaşlar; bin bir zorlukla elde edilenler, verilen mücadele, akıtılan ter ve bütün bunların birliğiyle göklere uzatmaya çalıştığımız bir güzel gülün varlığıdır. Şiirle, o güle baktığımızda bütün yaşanmışların varlığını, iyiyle kötünün hassas dengesini duyumsayabilmek istiyoruz. Her birimiz için başka bir hassasiyetle kurulmuş bir birliğin, yaşamımızla birebir örtüşen bir mücadelenin varlığı söz konusu şiirde.
Şiirin belirleyicisi, olan şeylerin ve olmayanların varlığıdır. Ve bilakis olmayan olandan daha çok hissedilir, daha keskin ve yaralayıcıdır. Olmayana karşı var ederiz ruhun kaygısını, kalbin isteğini, vicdan ve bellek de bize her aşamada hakkaniyetli bir dost olarak eşlik eder.
Günümüze baktığımızda popülerlik kaygısı hâkim. Sizin yaklaşımınız bu türden kaygıların uzağında. Dergilerde az görünüyorsunuz, kendi köşenizde sessizce çalışmayı sürdürüyorsunuz. Bir okur olarak gelecek çalışmalarınızı merak ediyoruz, biraz söz eder misiniz?
Yirmi iki yıldır şiirle yol alıyorum, 2004’ten bu yana uzun süre düzenli olarak dergilerde göründüm, geçen ayki istisnayı saymazsak sanırım üç yıla yakın bir süredir de dergilerden çekilmiş durumdayım. Tek şiir yayımladığım Özgür Edebiyat dergisinin tadında bırakmaya karar verişinin de bunda etkisi oldu. Her zaman içimdeki sese kulak vererek hareket ettim. Yol bazen başka bir yola bağlanır; bu yeni yolu da kendi talep ettiği zamanda karşılayabilmek gerekir. Yine içimdeki sesi dinleyerek şiirlerimi yalnızca bir kitapla bir araya getirmeye karar verdim, bundan sonrası için de aynı şekilde yol almayı düşünüyorum.
Öte yandan dergilerin genç şairler için, şiirin üzerinde sabırla ve özenle durmak gerekliliğini söyleyen yol gösterici bir işlevi vardır. Benim açımdan tek bir yol gösterici kaldı, o da şiirin kendisi. Dergilerde daha çok genç isim yer almalı, seslerini daha yoğun bir şekilde duyurmalılar. Buna inandığım için dergilerde görünmeyi pek düşünmüyorum. Okuru çok önemsiyorum elbette, bu yüzden de aslında kendi içinde çok ısrarlı olan bir çaba sarf ettiğimi söyleyebilirim.
Geceyle Bir‘in yayımlanması üç yıla yakın bir zaman aldı, Ve Yayınevi’yle yolumuz kesişene kadar o arada üçüncü kitabımın şiirleri de yarı yarıya tamamlanmıştı. Halen üzerinde çalıştığım bu dosyanın çok kısa bir süre içerisinde, tahminen iki yıl içinde kitaplaşacağını söyleyebilirim. Bununla birlikte yürüyen -şiir dışında- iki ayrı çalışmam daha var. Onları da yakın bir zamanda tamamlayabilmeyi umuyorum.
BirGün, 4.12.2016, s. 2