Oğuzhan Akay: “Ben zihnin, bilincin, bilinçaltının, düşündüğü gibi yaşayanların şiirini yazıyorum. O yüzden, benim şiirim azınlıktır. Yazmanın şehveti mi bu? Evet, orgazm oluyorum hatta. Bu, dilsel anlamda böyle.”
Varlık dergisinin Ocak 2015 sayısında Oğuzhan Akay’la Gölgede 100 Derece (Jpg Şiirleri) kitabı hakkında yapılan bir söyleşi yayımlandı. Oğuzhan Akay’la Vural Bahadır Bayrıl söyleşti…
Nedir bu kitabı boydan boya kat eden “Gölge” laytmotifi, neyi işaret ediyor?
Oğuzhan Akay: Objeler, nesneler, suretler gölgeleriyle var hayatta. Kimi gölgelerini yakalamaya çalışıyor, kimi gölgeleriyle var olduğunu hissediyor,kimi de farkına bile varmıyor.
Gölgelerin oluşturduğu bir puzzle dünyası bu. Eksiği yok,fazlası var. Fazlası da iz bırakan duygular. Bu şiirleri yazarken de, hep bir gölgeler kitabına gidiş kavramıyla yol aldım.
Gölgeleri ruhun silüeti gibi de adlandırmak mümkün belki. İşaret bu. Beden giysimiz, ruhumuz özümüz. Nesne ve objelerin ruhu olur mu? Olur. Ona da elektronlar vb. diyebiliriz. Her şiirde bir gölge gizli. Okunduğu anda, kitaptan firar edecek bir gölge okuruna yoldaşlık etmeye başlayacak… Sonuçta 11 yıldır süregelen bir projenin sonucu bu kitap. Bakalım etkisi ne olacak?
Gölgede 40 dereceyi biliyoruz da 100 derece ne oluyor? Cehennem iması mı bu? (Çağrışım 100 numara?) Okura ne ima ediyorsun?
Oğuzhan Akay: Öncelikle kitap 100 sayfa.
Gölgede 40 derece de bir kitap evet (İnci Aral), ama tahammül edilebilir bir sıcaklık ve alışıldık bir derece o. Gölgede 100 derece ise kaynama noktasında. Bizim cehennemimiz. Yazarken, okurken, tanık olurken, gözlemlerken yaşadığımızherşey.
Dante’nin Cehennem’inden farkı, ben okur da farkına varsın istiyorum. Yaşayanlar duygusal anlamda bunu depresyon sanıyorlar. Oysa ortalık100 derece.
Okur, gölgesinin farkına varsın yeterli benim için…
Hani yerliler, beyaz adamların yükünü taşıyormuş dağ taştırmanarak. Birden durduklarında beyaz adam neden durdunuz? demiş. Yerlilerdenbiri yanıtlamış: ruhlarımız geride kaldı, koştururken, onu bekliyoruz.
Gölgelerimizi bekleyelim biz de…
Neden jpg?
Oğuzhan Akay: Fotoğraf ve resim yüklü dosyalara jpg deniyor biliyorsun ya… Bunlar da aslında sadece şiir değil, birer fotoğraf ya da resim. Henüz çekilmemiş fotoğraflar. Yapılmamış resimler.
Gölgelere ait. Fotoğraflarının çekilmesini, resimlerinin yapılmasını bekliyorlar onlar da.
Şiir dışındaki diğer sanatlara da uzanan bir el var. Ve günümüzün bilgisayar dünyasındaki formatlara.
Mc Donald’s bile “ironi” yaparken reklamlarında, şiirde“ironi” ne yapabilir? Gideceği yol nedir ironinin?
Oğuzhan Akay: Socrates’in diyalog yöntemi iki aşamadan oluşur. Biri, ironidir. Yani altını çizeceği şeyleri ironiyle gösterir. Tartışmaya açık olduğunu gösterir. İkinci aşama maiotiktir. Onda da ustaca sorduğu ve sorguladığı konularla zihinde var olduğunu düşündüğü bilgileri ortaya çıkarır. İroniye dönersek, söylenenin tam tersidir yapılan. Eleştiriden beslenir. Mizahtan farkı da budur. İroninin gideceği yer, felsefedir, düşüncedir, hayatı ve kendini sorgulamaktır. Şiirde de budur. CinAyetler’i yayımladıktan sonra bu şiir nereye gider gibi düşünenler vardı. Üremez, biter gibi… Bitmediği, bitmeyeceği görüldü. Büyük bir damar bu benim için. Tabii damarı bulamayanlara ve bilmeyenlere iğne verilmez.
Mc Donald’s doğru yolu bulmuş diyelim o zaman, kendisi için de.
Lirik ironi… Belki senin şiirini adlandıracak şey budur. Tek başına ironi değil. Farklı bir alaşım.
Oğuzhan Akay: Bu alaşım, zaman içerisinde ortaya çıktı. Cemal Süreya’nın beni keşfetmesini sağladığım süreçte daha sembolikti yazdıklarım. Hatta Türkiye Yazıları’na yazmaya başlamadan önceki baba şairler yazı kurulunun önüne çıktığımda sınavdan geçmiştim, yazdıklarımı irdelemiş ve 3. Yeni mi bu? demişlerdi. Yeni olmadı, çünkü onu sürdürmedim ama yeniyi yazmak istedim. Yeni insanı, yeni dünyayı ve yaşamı. Kendi gişemi açmak. Başkalarının gişesinde kuyruğa girmektense “sıradan bir adamım ben /kuyruktayken” demek. Sözü çırağım olarak yanıma almak.
Tanımlaman yerinde bir saptama. Ben de lirik ve ironikbiriyim… O halde gölgem de aynı.
Lirik ben’i, şiirinin öznesini (şair olarak sen değil, şiirlerinin ortaya koyduğu benlik, şair-ben) okur nasıl algılamalı?
Oğuzhan Akay: Lirizmde var oluş coşkusu ve iştahı vardır. Varlık olmanın sevinci diyebiliriz. İroni yaparak eleştirirken lirizmle de durumu trajediye değil, umuda sürüklersin.
Benim yapmaya çalıştığım da budur. Şair olarak da kendi lirimi çalarken, ironiyle de düşünceyi ve eleştirel, anarşik yapıyı harekete geçirmeyi amaçlıyorum. Kafa buluyorum.
Şiirde ironi’yi Cem Yılmazvari “komiklik yapmak”diye / gibi algılayanlar var. Şiir ile ironi, şiir ile mizah nerede buluşmalı, nerede birbirinden uzak durmalı?
Oğuzhan Akay: Şiirle mizah sanırım Metüst’te buluşmuştur. Bizim toplumumuz mizahı sever, ama mizah yapanı da çok “ciddiye” almaz. Bendeki ironi, kişiliğimden kaynaklanıyor diyebilirim.
Dile hakim olmanın getirdiği uçsuz bucaksız bir güvenle yazıyorum. Acı çekmiyorum yazarken. Sözcükler beynimden, dilimden kayıyor, dans ediyor, gülüyor, hüzünleniyor.
Farklı anlam ve boyutlara taşınıyor. Günlük yaşamımda da ironiyi kullanıyorum. Bunun yüzde 1’i de şiire giriyor diyelim.Tekrarlarsam: Ne yazıyorsam, o benim. Bunun da yukardaki bir yanıtın tersine eksiği var, fazlası yok.
Senin şiirin bir yandan da “tutkulu bir dil çalışması”. Dil ile didişip, sevişiyorsun genelde. Kimi şiirlerde Dil’in ve çağrışımın seni baştan da, yoldan da çıkardığını gördüm. Yazmanın şehveti mi bu?
Oğuzhan Akay: “Cinim benim/ benim cinim/ sözü bana getir/ çırağım olsun/ geçinip gideriz” diye başlar ilk kitabım olan CinAyetler’in girişi. Tam da budur. Baştan ve yoldan çıkışım bilinçli bir teslimiyet. Akıl kaymasından çok akla tutulma vardır. Ben zihnin, bilincin, bilinç altının, düşündüğü gibi yaşayanların şiirini yazıyorum. O yüzden, benim şiirim azınlıktır. Yazmanın şehveti mi bu? Evet, orgazm oluyorum hatta. Bu, dilsel anlamda böyle. Önündeki 8 atı süren arabacı gibi. Duyguları, aklı sürüyorum. Kelimeleri büküyorum, kamçılıyorum, kelepçeliyorum, sonra sevişiyorum dille. Bu çok güzel bir duygu. Lirizm burdan geliyor işte.
Coşku bu. Hız yapıyorum. Sonuna dek gidiyorum. Yaratıcılık, fikir bulmakla ilgili ya. Bir şiirin de hikâyesinin, fikrinin olması gerek. Yoksa bana ne şairin ıstırabından okur gözüyle… Ama bu benim doğrum ya da doğumum. O nedenle ki, bir kitabımın adı da Ürk Şiirleri’dir. Türk değil… Türk şiir akımının dışında, bazı kurbağaları ürkütecek bir kitap olmuştur. Rahmetli Seyhan Eroğlu da bunu en iyi anlayanlardan ve böyledir diyenlerdendi benim için. Hatta o Zırtlak demiştir buna. Zırtlaklıklar herkesi rahatsız eder. Prime-time’a girmez. O nedenle under-rating olursun. Bir yeraltı şairi olarak görüyorum ben de kendimi. Görmezden gelmeye gerek yok, zaten yeraltından gidiyorum, metro kullanıyorum. Senin ‘Öteki Poetika’n da başka bir başkaldırı ve otoban öyle, sözgelimi. Çünkü köklü ve geleneksel bir damarın içerisinde. Onun da alıcısı has şiir okurları. Böyle rahatız, diyelim. Ne mutlu ürk’üm diyene.
Gündeliğin, modern hayat gündemine taşıdığı çok fazla olgu/ durum var şiirinde. Hatta magazin boyutu bile var senin şiirinin… Ben bunun “yeni” bir şey olduğunu düşünüyorum, sen?
Oğuzhan Akay: Başkası için kötü olabilir bu. Ama bende eğreti durmaz. Şapka takmak gibi. Onu takmanın da raconu vardır. Bir kenarı alın kemiğinin altına oturtulursa güzel durur, yakışır. Şöyle düşünüyorum: Mimari ya da resim kendini sürekli yeniliyor. Eskiden alarak bazen, bazen de geleceğe bakarak. Contemporary (güncel) resim ve bunun sergileri var dünyada ve bizde biliyorsun Baha. Niye zaman akıp giderken, hep aynı yerde kalsın ki şiir.
Okurun günlük gereksinmelerine karşılık verecek şiirleri yazmazsan (reklamcı gözüyle diyorum), şarkı sözlerini okur o da. Klip izler. Bırak şiir, dar çerçevede ve liselerde nefret ettirilen edebiyat dersleri boyutunda sürsün deniyorsa da yürümez bu. Antik kalırsın- kuntik seni yer. Ben yeniyi ve yenilenmeyi, özgün olmayı baştan seçtim. Hayatla beslenen, yaşayan her yeni şey girecek, benim potamda eriyecek ya da benim gölgeme karışacak ki, şiirime yenidir bu diyebileyim. Yeni Rakı gibi isimde ve cisimde kalmak lazım. Bu duyguyu verdiysem sana da, bunu pozitif olarak görüyorum kendim için.
Ki, ortalıktaki zihni en açık, en zeki, en yeni adamlardan birisin. Yazdıkların geleneksele yakın olabilir ama ordaki öz yeni. Sözcükler eski olabilir, ama giysileri yeni. Sanırım saptadığın şey, benim haylaz yapımla da ilgili. Uslanmaz bu deli gönül. Şiir zapt-u rapta alınmaz. Alınmayacak. Ben de alınmayacağım.
Kimi şiirleri reklam ajanslarında yaptığımız “brandstorming” yapar gibi yazmışsın sanki. Ne dersin bu gözleme?
Oğuzhan Akay: Brain yani beyin, storming yani fırtına… Yazarken bin çiçek açar, bin fikir çarpışır kafamda. Gece yazdığımı sabah beğenmem. Üstüne yatarım. Serbest çağrışımlar da olabilir elbette. Aslolan, ister öyle ya da böyle, fikrini ve zikrini net olarak ifade edebilmendir değil mi? Mana bazen karında (karın bölgesinde yani, eşte değil) saklıdır.
Bunlar, şairin ya da sanatçının yöntemleridir. Kimi beyin fırtınasıyla yazar. Kimi içip yazar. Kimi derdiyle inler bağırır. Benzetir alemi, bir güzel. Dayak atar. Derdine ortak arar. Sonrası yapıdır, kurgudur. Ne biliim kurgu değil. Montaj. Taşı yontunca heykel çıkar ki, bu da kurgudur. Bende brainstorming yaparak yazdıklarım varsa onları bir güzel yontuyorum sonra. İşçilik, uygulama (execution), geliştirme daima olur. Bok, bok olarak kalmaz. Akar gider. Nasıl Yazıyorlar? adlı kitapta (kafekültür yayınları) ayrıntısıvar. Meraklısı bakabilir.
İnteraktif bir kitap olsun istemişsin, okur ile yeni türden bir ilişki kurmak istiyorsun. Peki, bu olursa veya olunca ne olacak?
Oğuzhan Akay: Compact Risk Digital Poems de CD kutusunda çıktığında, herkes içerisinde CD aramıştı. Ve kitabı bulmuştu. Okuru, kendi oyunuma katılmaya çağırdım hep.
Dikkat… Çekiyoruz! dedim kitabın sonunda. Bu şu demek: Bu şiirleri okuyan biri, birileri, anladığını, algıladığını, şiirin ve o şiirdeki gölgenin duygusunu fotoğraflayıp gönderirse 31 Mayıs 2015’e kadar, ne olacak? Bu fotoğraflardan veya resimlerden paspartulanacak nitelikte çözünürlüğü olan, şiirin gölgesine ve koşullara uyanlar seçilecek. Bir galeride veya bir uygun mekânda o şiirle birlikte sergilenecek. Satılırsa ne ala? O zaman, o kişiye de satıştan pay düşecek. Böylece iki sanat bir olacak. Amaç ne? Üretilen ve yaratılan bir şey, artı değer, artı sanat yaratacak. Samanlık seyran, ironi lirik olacak. Görselliğe kavuşacak… Satılmazsa da serginin açılış günü hep beraber eğlenmiş olacağız.
Söyleşen: Vural Bahadır Bayrıl, Varlık, Ocak 2015