“Artaud’nun metinlerinde sezgisel olanda yaşama ânını gösteren, çarpıcı, büyük bir ruhsal gerilim vardır ve metne hâkim olan simya, bu gerilimin anlaşılmasını olanaklı hâle getirir. Onda var olmayanın arzusu olarak da nitelendirilebilecek bu ruhsal gerilim, yazı evreninin kolay ele geçirilemez, saf dokusunu oluşturur.”

Süreyya Aylin Antmen

Kendi güçlerine yabancılaşmış, gücünü yadsıyarak sonunda onu aşmış bir aklın kırılganlığı, Artaud’da karşımıza çıkan şey tam olarak budur. Yazdığı ilk şiirlerden son metinlere dek bu dünyadan dışlanmış, varlığı, var olmayı dışlamış bir bedenin kendiyle olan zorunlu mücadelesine tanıklık ederiz; düşünceler bedenden tamamen sürgün edilmiş, sözcüklerle sınırlandıkları dilsel alandan uzaklaşarak zihni kendi düşüncesinin ebedi avcısı hâline getirmiştir. Bunun sonucunda beden uzlaşımsız bir savaş alanına dönmüştür.

Şiirlerini yayımlaması için Rivière’ye yazdığı bir mektupta Artaud, korkunç bir akıl hastalığından mustarip olduğunu ve düşüncelerinin kendisini terk ettiğini söyler, hastalığa karşı verdiği mücadelede sadece entelektüel aklının peşindedir. Tek isteği vardır, kendisini olduğu gibi göstermek, ‘yokluğu ve kökünden sökülmüşlüğüyle’. Bu köksüzlük ve kendinden bağımsızlık hâli ona ihtiyaç duyduğu gücü vererek, doğmuş olmanın, dolayısıyla ne var olabilmenin ne de bütünüyle yok olabilmenin sıkıntısından kurtulması için yeni, zorlu bir yol sunacaktır; kendisini aşmak. Sözcükler, bu uğurda düşüncelerin derin belirsizliğinden çıkıp gelirler, Artaud onları kavramak, aklın güçlerini elinde tutmak için yazar, yaşamın getirdiği zorluklarla yazarak mücadele etmeyi seçer. Bu seçim, varlığın sınırlarına dayanma, onu kat etme ve aynı zamanda eşzamanlı bir var olma-yok olma biçimidir. Artaud, düşünceyi kuşatan yıkıcı engelleri, zihnin sınırlayıcı gücüne karşı ortadan kaldırarak kendisi olmayı başarabilmiştir. Ancak Artaud, bilindiği üzere hastalığından ötürü kendisini düşünsel bakımdan yetersiz, eksik hissettiğini metinlerinde pek çok kez dile getirmiştir. Hastalığını ise şu sözlerle tanımlar: “En derin gerçekliğinde ruhu etkileyen ve tezahürlerini bozan bir hastalık. Varlığın zehri. Gerçek bir felç. Sözü, düşünceyi ortadan kaldıran, hafızayı alan bir hastalık.” (Rivière’e mektup, 25 Mayıs 1924). Düşüncelerin belirmesindeki bu yetersizlik hissi ve varlığı, dünyayı bütünüyle kavrayamama durumu beraberinde dilsel çöküşü de getirir, ancak öyle görünüyor ki, Artaud’nun bir zaman sıkı sıkıya tutunduğu bu zihinsel başarısızlık durumu taşları yerinden oynatarak yeni bir dilin kendisini inşa etmesine olanak sağlamıştır. Zaten Artaud’nun tercih ettiği yol da budur: kendisini yeniden inşa etmek. Bir bedenin tüm sınırlayıcı güçlerine karşı, yine onlarla birlikte. Oldukça acı verici sayılabilecek bu yolda, düşüncedeki yetersizlik durumunun Artaud için zaman içerisinde düşüncenin olanaksızlığına dönüştüğünü rahatlıkla görebiliriz.

Onun için biliş son derece karmaşık bir zihinsel işlemdir. Artaud, onda daha da karmaşıklaşan ve kimi zaman içinden çıkılmaz bir hâl alan zihinsel durumu neticesinde yeni sözcükler üretir ve metinlerinde Fransızcada Glossolalie denilen bir dil kullanır, pek çok metninde sese ve tekrarlara yaslanan bu dile rastlamak mümkündür. Görünüşte anlamsız gibi duran bu dil, ses benzeşimleri ve ritmik yakınlıklarıyla bir bedenin ilksel, saf dilini çağrıştırır bize: Bir beden-dil. Sözcüklerden önce var olan bir konuşma biçimi. Gerek bu dil-olmayan dilde, gerekse anlaşılır bıraktığı ve yazı-beden olarak konuştuğu metinlerde kırılgan bir şiirsellik söz konusudur. Özellikle yaşamının son yıllarında yazmış olduğu metinler bunun en açık örnekleridir. Tiyatro ile birlikte bütün yazınsal türler aynı amaca ulaşmak için tek vücut olmuşlardır, gizlediği kadar açık da eden bu dil, sanki bedenin kendisine bile duyurmaktan imtina ettiği en düşük ölçekli sesi gibidir, “Sesin yollarından geçmeyi bırakmış bu ses” (Mumyanın Yazışması), bir türlü açıklığa kavuşamayan düşüncelerin sezgisine sahiptir ve bu yoğun sezgi Artaud’da yazı-beden oluşun omurgasını oluşturur. Artaud, bedenin dil öncesindeki durumuna dönerek tüm kalıpları reddeder ve zihinle artık başka türlü bir ilişki biçimi kurar. Ne ölebiliyorum ne yaşayabiliyorum ne de ölmeyi ve yaşamayı arzulamayı bırakabiliyorum (“İntihar Hakkında”) diyen aklın önünde de başka bir seçenek bulunmaz. Dilin imkânları artık yalnızca sözcüklerle ve onları bir araya getiren bağıntısallıkla sınırlı değildir, bu zoraki yolda, koşulsuz bir dağılma içerisinde ve yoğun belirsizliklerin etrafında toplanmış sesler yüksek bir kavrayışa hizmet etmek adına tüm duyuları seferber ederek karşımıza çıkarlar.

La révolution Surréaliste dergisinin 15 Ocak 1925 tarihli sayısında intihar hakkındaki bir soruşturmaya verdiği yanıtta, “Ölüme açlık duymuyorum. Varlık olmamaya açlık duyuyorum.” demiştir (Yaşayan Mumya, 1995). Onun tiyatrodan sinemaya, şiirden düzyazıya dek uzanan yazınsal çabasında alt etmeye çalıştığı şey kuşkusuz yalnızca bir varlık olma durumu değildir, Artaud’nun yaşamı yokluğa karşı bir darbedir aynı zamanda. İntihar fikri bile onun için kendisini yeniden yaratmak, yeniden fethetmek anlamına gelir. O, varlığı ve yokluğu, aynı zamanda bedenin dünyayla olan baskıcı bağını bir beden içerisinde alt edebilmeyi gerçekten başarmıştır. Bu yüzden buradalıkla, toplumsal yasalar tarafından baskılanarak kendisine ait bir yaşamı yokmuş gibi görünen ruhun Artaud’da gerçek özgürlüğüne kavuştuğunu, maddenin ateşinden kurtarıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü Artaud yalnızlaştıran, çileci özgürlüğün peşine düşme cesaretini, varlığın kendine has karanlığını göz önüne sererek göstermiştir. Beden ruhun yaşamı için buradadır, ancak dünyaya fırlatılmış olma hissiyatı beraberinde köksüzlüğü, kıyısızlığı, dolayısıyla varlıktan sapma hâlini, yani varlıkta bir güç kaybı da getirir; insan, varlığı lanetli sıkıntısından alıkoymak için seferber ettiği derin endişesini, ruhun güçlerini baskılamak ve onu normal kabul edilen sınırlar içerisinde tutmak için kullanır. Artaud ise yaşamıyla, insanın varlığına uyguladığı bu şiddetli baskıyı yarattığı beden-dil aracılığıyla tümüyle ortadan kaldırmıştır.

Antonin Artaud

Kuşkusuz Artaud da varlık olmayı kendisi seçmemiştir, buna karşın varlık onda en saf, yani en çelişkili, uyumsuz, katışıksız hâliyle bulunur. Dili yıkarak, dilden önceki var oluşu önceleyerek bedeni aşmaya çabalar, Ci-Gît’de “Bütün bir beden bulmalıyım,” der, varlık olmayan ve aynı zamanda ruhsuz. Var olmanın ateşli balçığına saplanmayan bir beden arayışı bütün metinlerine sirayet etmiştir. Ve Artaud, başından beri içinde bulunduğu dilsel çöküşü sonunda bizzat yıkımın içinde yıkımla gerçekleşen bir inşaya çevirir. Hastalıktan ötürü zihnin güçleri onu çoğunlukla çaresizlik ve kaygı içerisinde dile getirdiği o büyük çöküşe yaklaştırsa da, Artaud, varlığını tam da kendi yıkımının ortasında bulur ve sonunda tüm yaşamsal güçlerin seferber edildiği yeni bir varlık, yani bir dil yaratmayı başarır. Ona göre gerçek bir dil anlaşılmazdır (Ci-Gît, 1947), dillerini ustaca kullananlar, sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar birer domuzdur (Yaşayan Mumya, 1995). Her şeye karşıdır, aklı, anne-babayı, dini, tanrıyı, cinselliği, bilimi, tıbbı, bedenin sınırlarını ve kalıplarını, alışılmış beden dilini ve hatta edebiyatı bile reddeder. Yine de kendisini şunu yazmaktan alıkoymaz: “Red. Ümitsiz reddi yaşamanın. Ancak yine de yaşamı kabullenmek zorunda olan” (“Sürrealizm ve Devrim”). Metnin orta yerine düşen başkaldırı yıldırımlarıyla kendini gösteren ve Artaud’yu kendisi yapan ayrıksı tavrı, artık duyulması, ortaya çıkması zorunlu olan yeni bir zamana ve mekâna ait olan inancı tüm açıklığıyla bizlere yansıtır.

O karşımıza, kendini olabildiğince gizleyerek düşüncelerimizde varlığını sürdürmekte olan imkânsız bir zamanın, bugün artık yaşam dışı kalan gerçek bir yaşamın tasvirini çıkarır. Bunu, kendisini yeniden inşa ederek yaptığı gibi, tiyatroyla ve metinleriyle bilinçaltında bastırılan insan doğasına ait eğilimleri, yani kötülük, şiddet, vahşet, öldürmeye ve yok etmeye meyil, yabanıllık, erotik saplantılar, suç işleme ve bundan zevk duyma gibi katı kurallarla dizginlenen yönelimleri serbest bırakarak da yapar ve bu sayede, acının, vahşetin, gaddarlığın bakışlarını doğrudan üzerimize çevirir. Kilit kelimeler ise bok, sidik, kan, sperm ve larvadır.

Kuşkusuz burada Artaud’nun beden-dil’inin de üzerinde durmamız gerekir. Derin bir ruhsal ıstırapla kurulmuş, sesini acıyla bulmuş bir dildir bu. Metinlerinde okuru karşılayan temel duygular acı, ıstırap, isyan, öfke, umutsuzluk gibi kavramlar etrafında toplanır. Sık sık “Ben, Antonin Artaud” diyerek duyurduğu varlık bu dünyayla sınırlanmayan, koşullarını ve zamanını kendisinin yarattığı bir yaşama biçimidir. İnsanın, dolayısıyla bedenin aşılamazlığı üzerine atılmış kara çentiklerdir onunkisi. Bu nedenle metinlerinde varoluşsal sıkıntılar daha bir öne çıkmaktadır, metinlerde sezgisel olanda yaşama ânını gösteren, çarpıcı, büyük bir ruhsal gerilim vardır ve metne hâkim olan simya, bu gerilimin anlaşılmasını olanaklı hâle getirir. Onda var olmayanın arzusu olarak da nitelendirilebilecek bu ruhsal gerilim, yazı evreninin kolay ele geçirilemez, saf dokusunu oluşturur. Sözcükler arasındaki bilinç akışı, onun mistik dürtüleri tarafından bilinmez topraklara doğru sürüklendiğini düşündürür bize, Artaud sürüklenir ve bir uçurumdan aşağı atılır, ancak orada bile yeni bir yıkımın inşası söz konusudur.

Artaud’nun dış dünyayla teması, sinir sistemine tesir eden zihinsel bir acının refakatiyle kurulur. Yine de bedeni bütün yitikliği, eksikliği ve kusurlu parçalarıyla oradadır. Bir noksanlık aracılığıyla bizimle konuşan ses, okura hareketsiz bir ağızdan seslenir. Kendince bertaraf edemediği bu konuşma, karanlık bir kavrama biçiminin tüm olanaklarını kullanarak yalnızca kendisine özgü bir algı kapısı yaratır. Tıpkı süresiz ertelenmelerle tamamlanmış bir hayat gibi.

Kendisini çaresizlik içerisinde düşünen düşünce ve gücül varlığının tam olarak farkına varamayan zihin her aşamada kendi faaliyetlerine nüfuz edebilmek için savaş vermiştir. Artaud’nun metinleriyse bu savaşın hem tanığı hem de yargıcı konumundadır. Bu metinler, aynı zamanda şiirin ya da şiirsel düşüncenin edebiyatın bir parçası olmadığını, kendi dinamikleriyle var olan ayrı bir tür olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Antonin Artaud

Artaud’ya bu metinleri yazdıran süreç de oldukça önemli. Artaud, bedenin içerisinde bedeni, dilin içerisinde de dili aşmaya çabalar. Bir nevi, beden ve dil kendisini kendiyle aşmaya çabalamaktadır. Bu çatışma sonucunda insan doğasının ilksel, saf dokusu dile işlenir; artık tüm sınırlarla birlikte, modern dünyanın varlığa dayanmak ve onu baskılamak için öne sürdüğü tabular ve zihne çektiği koyu set, dil aracılığıyla yıkılmıştır. Ancak burada, zihni tüketen şeyin zihnin kendisi değil, etin zihni olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tüketici güç, Artaud’nun metinlerine başkaldırı ve yıkıcılık gibi etkileri olan ruhsal işleyişin başat öğesidir. Tükeniş zorlayıcı, aynı zamanda tetikleyicidir de… Antonin Artaud’yu tarih sahnesinde bambaşka bir yere konumlandıran biraz da bu öznel durumudur. Üstelik bu zorlayıcı koşullara bir de ‘kapatılma’ eklenmiştir. 1937’de İrlanda gezisi dönüşünde Sotteville-lès-Rouen’deki bir kliniğe kapatılan Artaud, 1943’te şartların nispeten daha iyi olduğu Rodez’deki bir psikiyatri kliniğine kabul edildi. 1946 yılına dek dokuz yıl süren bu ‘kapatılma’ boyunca Artaud sürekli yazdı. Rodez’den Mektuplar, Artaud le Mômo, Ci-Gît, Van Gogh bunlardan bazılarıdır. Artaud’nun bu son dönem metinleri, okurun duyularına saldırmak ve bilinci kendi karmaşasından koparan modern dünyanın katı gerçekliğine karşı tetikte tutmak için şiddet, itiraz, red ve çığlık yüklüdür. Düşünceyi keşfetmek, sınırlara yaklaşma denemeleri, bu duyusal fırtınalar aracılığıyla sahici bir zemine oturur. Yaşam ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tanımlayan şey saf bir bilinç karışıklığıdır, dolayısıyla yaşamla ölümün, varlıkla yokluğun çakışma noktası ve toplumsal yasalarca kabul ettirilmiş olan gerçekliğin reddi diyebiliriz bu metinler için. Buradaki şiirsel ifade her ne kadar düşünce merkezli olsa da ruh üzerinde bir zorlanma, baskılanma olmadan ortaya çıkamaz. Bu nedenle Artaud, şiddetli bir baskılanma durumunda ortaya çıkan şiirsel edime iyi bir örnektir. Her ne kadar bazı eleştirmenlerce metinlerinin anlaşılmaz bulunacağı ileri sürülmüş olsa da o, okura en basit düzeyde, dil aracılığıyla şiddetli bir çığlık, yani duyusal bir fırtına bırakır. Bir metni okuduğumuzda ortaya çıkan duygulanım, öznel bir varlık deneyimine, düşünsel ve duyusal sınırları olan bir insanlık mesafesine bağlıdır. Bu noktada okur, kendisini anlaşılmaz olana bırakmaktan aynı ölçüde haz duyar, çünkü bizde olanı değişmez surette yansıtan bir güç, onda da potansiyel olarak vardır. Anlaşılmaz görünen büyülüdür de. Böylece bizi anlama götürecek ilk duyusal araca ulaşılmış olur. Artaud’nun duyusal bir fırtına olan bu çığlığını daha iyi anlayabilmek için görünen Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin (Pour en finir avec le jugement de dieu) adlı radyo kaydı dinlenebilir. Bu kayıt Kasım 1947’de yapılmıştır. Şubat 1948’de yayınlanacağı duyurulmasına karşın, Vladimir Porché tarafından toplumun ahlaki değerlerine saldırı niteliği taşıdığı iddiasıyla sansürlenerek son anda yayınlanmamıştır. Radyo için yazılmış bu metin, Artaud’nun Porché’a bir mektubunda yazdığı gibidir: “Öyle bir yapıt ki, bütün sinir sistemini hissettiğimiz yerde, titreşimleriyle birlikte, ahenk içinde, bir fotoforla aydınlatılmış gibi açığa çıkacaktı.”:

Var olmak için kendin olmaya izin vermek yeterlidir,  
Ama yaşamak,  
Biri olmak için  
Bir KEMİK olması gerekir,  
Kemiği göstermekten korkmamak,  
Ve bu arada eti kaybetmek 
(Dışkılama Arayışı)     

Ve tam olarak bilinç nedir?  
Sadece biz bunu bilmiyoruz  
Bu bir hiçlik    

Bir hiçlik  
Bir şey bilmediğimizde  
Hangisini bilmediğimizi  
Belirtmek için  
Kullandığımız  
Bir boşluk  
(TUTUGURI, Kara Güneş Ayini) 

Metinlerinde, yaşananlar, anlatılanlar ve olası gerçekliklerden, kendisini bıkıp usanmadan yıkacağı, ardından yeniden inşa edeceği devinimsel bir alan yarattığını görürüz. Bu alana en başından beri bir büyü, tılsım hâkimdir, metnin içerisindeki ara bölgelerde gizlenirler. Sözcükler, her atılımlarında, bu büyünün zar gibi kaplayıp koruduğu öfkeyi, reddiyeyi sanki vücut sıvılarıyla birlikte bir bedenden fışkırıyormuşçasına göstermektedir. Artaud itiraf ediyor, gösteriyor, kendi arayışına bir yokluk alanının çıldırtıcı, baskın varlığını ekliyordur. Zira, bu yokluk alanının unsurları da ancak yazarak ortaya çıkarılır.

Artaud hiç durmadan kendisini doğurur ve korkunç sinirsel yok oluşlardan hemen sonra bunu her defasında yineler. Saf bilinç, yani insana içkin olan varlık kendisini hep sınırları olmayan bir karanlığın içerisinden göstermektedir, fakat Artaud’nun karanlığı, varlıkta ve yoklukta ısrar etmek üzerine kuruludur. “Ne demek istiyorsunuz bay Artaud?” (Yaşayan Mumya, 1995) sorusu yokluğun alanına yapılan bir müdahaledir. En çok kim olduğunu ve nereden geldiğini sorgular, tüm bedeniyle bağırır, çünkü Artaud’nun sözcükleri bir çığlıktır, iniltidir, aynı zamanda çıldırasıya bir kahkaha, en uç sinirlerin bile aynı şiddetle katıldığı bir patlama, varlığın boşalmasıdır. Bütün o çığlıklar, sesin kendi bedenini anlamlandırabilmek için herhangi bir sözcüğe gereksinim duymadığının açık göstergesidir. Çığlıktaki karşıtlık diliyse, canlanan varlığın yeni bir et içerisindeki kımıldanışlarından başka bir şey değildir.

Artaud’yu nasıl duyarız? Kuşkusuz etin acısını soğuran zihnin ıstırabı ve en uç bedensel deneyimlere sürükleyerek bizi oraya apansız terk edip giden bir yaşamla. Bu Çıplak Yaşam, duymanın sayısız yollarından yalnızca biridir. Beden bir acı mekânıdır, öyleyse onu, en önce benzer bir ‘varlıktan çekilme’yi yaşayanlar duyacaktır; sözcüklerle değil, kendi kendisiyle savaşan bir beden vasıtasıyla.

O, metinlerinde sözcüklerin tenini, duyusal niteliğini; vurgunun şiddetini, derin akıntılarını ve yoğunluğunu ortaya çıkarmıştır. Sözcüklerin, tüm vücut salgılarıyla, varlığın özsularıyla belirsizlik ve uğultu içindeki varlığı yoklukla birlikte yadsıyan duyusal bir alandan, organlara, damarlara, kemiğe ve hatta sinir uçlarına dek ulaştığı, orada kendisini yaratmış bir söylem biçimine dönüştüğü pek de uzun sayılmayacak bir yolculuktur bu… Ancak burada kuşkusuz şu çok önemli ve belirleyicidir: Acıyla ne yaptığımız. Onunla nasıl başa çıktığımız, belki onu nasıl baskıladığımız ya da ne ölçüde kabul edebildiğimiz. Zihnin kendi güçlerini yitirmeden acıyı nasıl işlediği ve onunla hangi yöntemlerle baş ettiği… İzlenen yöntem, böylesi sarsıcı bir metinle karşılaştığımızda bize sınırlarımızı gösterir. Dolayısıyla, Artaud ile gerçekleşen ve anlık bir parlama gibi var olan bu karşılaşmada, en yoğun kendimize, kendimizle ani bir yüzleşmeye maruz kalırız. Onun metnini bizler için böylesi çarpıcı ve belki yoğunluğundan ötürü hafif zehirli hâle getiren de bu yüzleşmeden sağ çıkabilme pratiğimizdir.

Artaud’nun varlığı yeniden inşası sonlanmamıştır, başta da bahsettiğim şiirsel kırılganlık, ona hep arayışında olduğu bedeni verir, tüm gücüyle var olan ve aynı zamanda yokluğa ait, beden olmayan bir beden, düşüncede yaşamını sürdüren bir yazı-beden olarak. Ama Artaud’nun Tiyatro ve İkizi’nde de dediği gibi, “Dehşetin, kanın, nefretin, gülünç düşürülen yasaların, son olarak da başkaldırının kutsallaştırdığı şiirin doruk noktasına ulaştığımızı sandığımızda, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği baş döndüren bir sarhoşlukla daha da ötelere gitmeye artık zorunluyuzdur”.

Bugün, dünyayı, varlığı ve bedenle kurduğumuz ilişkiyi anlamlandırma çabamızda Artaud’nun metinleri tartışılmaz önemdedir ve bu onu, kendi ayrıcalıklı konumuna yerleştirir. Bu yüzden, öznel durumuna, bedeninin tüm kırılma noktalarına, ayrıca hayatına müdahalede bulunularak yıllarca bir psikiyatri kliniğine kapatılmış olmasına rağmen yazınsal çabasında başarılı olduğunu söylemek durumundayız.

Kendi kendisini düşünen düşünce, sonunda bize “İnsan aklı kavramlar ortasında hastadır” (“Açık Bir Dille Manifesto”) demiştir. Bu açıdan, Artaud’nun metinleri temelde bir insanlık eleştirisi de içerir.

Süreyya Aylin Antmen

Ben, Antonin Artaud, Ve Yay., 2019, önsöz, s. 9-18.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir