Ahmet Günbaş’ın Çini Kitap‘ta yayımlanan yazısı…

                                                                                                             

Bazı kitaplar vardır, ilk sayfasından itibaren çekiverir sizi içine. Sonra her sayfası kare kare geçer belleğinizden. Son sayfayı okuyup kitabı elinizden düşürdüğünüzde, sesler ve görüntüler ardınıza takılır sanki!

Bu dediklerim, Mustafa Köz’ün son şiir yapıtı Yaralı Boşluk’u* doğrular nitelikte. Hem de fazlasıyla…  Şiirler boyu süren sarsıcılığın ve çarpıcılığın etkisinde kalmamak elde değil. Aslında görmediğimiz, duymadığımız şeylerden söz etmiyorum. Hemen hepimiz gördük ya da duyduk olup biteni. Ne var ki tepkisel örgütlenmede çok zayıf kaldığımız ortada.

Acılardan kevgire dönmüş bir ülkede, bir şairin tanıklığından yansıyan şiirlerin avazı yeri göğü tutuyor desem, yeridir. Söz aramızda, Köz’ün ses tonu biraz daha yumuşaktır genelde. Olaylar onu öyle bir yere getirmiş olmalı ki yanardağ püskürmesine benzer bir gürlemeye erişmiş Yaralı Boşluk’ta. Sesi yükselirken şiirin çıtası da yükselmiş aynı anda. Bu, son derece sevindirici bir gelişme. Demek oluyor ki toplumsal öz, kuru söz yığını haline gelmedikçe şiiri de zenginleştiriyor. Çünkü insan kaynıyor ortalık. Özüne in, şiiri bul.

Köz’ün şiirinde tüm renkler dirimini yitiriyor. Ne var ki birinciliği ‘beyaz’a vermiyorlar Özdemir Asaf misali! Çünkü şiire de aynı karalıktan bulaşıyor. İnsanlığın yüzüne sürülen kara lekenin pek öyle çıkacağı yok. Şairin,  “Artık gözyaşlarımız oturuyor o ölü bahçelerde” (s. 51) dediği noktada, önü arkası acıyla dolu fotoğrafları konuşuyoruz. Hele Çağ Ağrısı adlı ilk bölümün girişindeyer alan “Orada, O Yalnız Sabahta” başlıklı bir nehir şiir var ki, adeta acının panoramasını sunuyor bize. 10 Ekim 2015deki Ankara Gar Katliamı’nı anımsatan dizeleri okurken Picasso’nun Guernica’sını izler gibi ürperdim, darmadağın oldum:

“Çiğ sabahı anlayabilirim,
kükürt ve menekşe kokan sabahı
çığlıklarınızla uçuşan ıssızlığı
tozun, barutun, hışırtısını ölümün
olanları gördüm
gördüm solucanlar gibi kımıldayan zamanı
parçalanmış el, erimiş diş, dağılmış uyku
gözleriniz yığıldı kardeşlerim, köşe bucağa
acının gözleri, sevincin
gölgenin, sessizliğin gözleri
hiçliğin, unutkanlığın gözleri
uçurumların, kozalakların gözleri
önsezilerin, arı inceliklerin gözleri
bir kule yaptım onlardan, bir çan kulesi
çeltiğin, kömürün, barışın içinde çınlayan
sırçadan ve tüyden bir kule
erdemden, inciden bir kule.” (s. 11)

“Şiirler boyu süren sarsıcılığın ve çarpıcılığın etkisinde kalmamak elde değil.”

Çığlıkların, iniltilerin ipiyle örülmüş, üzerinde ceset parçalarından oluşmuş motifler dolaşan bir nehir şiirle karşılaşmak, şair duyarlığı açısından da şaşırttı beni. “Hattena’dan Roboski’ye / Ayn el Arap’tan Tepartip’e / akbabalar gibi dolaşan ölüm / gelip konmuştu kanlı Ancora’ya” (s. 13) diyen ses, evrensel ölçekte vicdan sınırlarını zorluyordu. İçselleştirilen gerçeklikte tam bir kırım havası egemendi:

“ülkem diyordunuz üzgün kırlangıcım
çamurun ve boşluğun kutsanmış yolcusu
kim parçaladı gövdeni, lanetin kimin armağanı
uzattığımızda kollarımızı kucaklamak için seni
neden çürüyüp dökülüyor parmaklarımız,
neden kuyularımız irinle, gözyaşıyla tıka basa
neden şakımaz oldu dullarımızda ikinde güneşi?”  (s. 14)

Çağın kara yazıtlarından biri olarak tarihe geçecek bu şiir sadece ölüleri ilgilendirmiyor. O, el ele tutuşmuş barış gönüllülerinin anısı, geleceğe dönük ışığı ve yaşama karışan izleriyle, gök gürlemesi şiddetinde bugünü ve yarını karşılaşıyor:

“Kim inandırabilir bizi yokluğunuza
buradasınız kardeşlerim
mısırın, zeytinin, incirin kardeşleri
ölüm uğradı yalnız bakır, çivi, fünye
ve yağlı kayışlarıyla kalplerinize sessizce
ama yeğdir isteksiz yolculuktan bu küçük ayrılık
eti kemikten sıyıran bu amansız sarsıntı
bilirdiniz ne öğretir gök gürlemesi güneşe” (s. 17)

Şair, bazen adlarını sayarak anımsatır bize o kanlı uğultuyu. Her birini “erimsiz vadilerin filizi” olarak görür. Körpecik bir kahramanlıktır insanlık tarihinde. “varsın kara kitaplarla, kılıçlarla kessinler yolunuzu / kuşlar gibi sekiyor sözcükleriniz kardeşlerim” (s. 20) dizeleri, onlardan kalan sürekliliği gösterir niteliktedir.  Sık sık yineleyen birliktelik ruhu, “Sizinleyim kardeşlerim, / zambakların, yanardağların yavuz serüvencileri / bugünün küçük şarkısını söylemek için / söylemek için büyük şarkısını yarının” (s. 23) kararlılığıyla pekiştirilirken, onları kuşatan gerici ideoloji, en yakın anlamıyla faşizmin kanına karışan feodal bir bozkır anlayışıyla verilir. Çağına seslenişin bu öfkeli anında sayılıp dökülen her şey, gecikmiş bir yüzleşmeden başka bir şey değildir. Ardışık dizeleri arasından çekip aldığım şu haykırışa bir kulak verin lütfen:

“küfrün, duanın koyun koyuna uyuduğu
darağaçlarının, bağlılık yalanlarının
kör inancın, tutanakların, yakarışların
palanga gibi işlediği bir bozkırda
uğultuların, iç çekişlerin bozkırında
gardiyanların, kesimevlerinin bozkırında
kıyımların, yangınların bozkırında
evliyaların, dalkavukların bozkırında
mezraların, kemikli kuyuların bozkırında
yeraltı derebeylerinin, umacıların bozkırında
madrabazların, ağıl baykuşlarının bozkırında
avenelerin, çaresizliğin, kara safranın bozkırında
esmer ekmeğin ve acı gülümsemenin bozkırında” (s. 21)

Bu anıt şiirin ana damarı, varı yoğu, her şeyi ‘barış’tır. Bilinir ki barış içinde yaşanmadan ne üretilir ne paylaşılır, ne de dostluğun ve kardeşliğin tadı çıkartılır. Eğer bir dize, “Barış, barış, barış, barış barış” la (s. 22) başlayıp bitiyorsa, dünyayı kan ve ateşlere boğan her türlü saldırganlığın önüne geçmek içindir. Bir yerde “güçlüydü soluğunuz tayfundan, kasırgadan / yoktu barıştan başka yükünüz” (s. 22) işaretiyle hem gidenler soylu bir şekilde anılır, hem de uyanık kalmaya dair üstü örtülü güçlü bir çağrışım yaratılır. Şiirin son dizeleri bu çağrışımı güçlendirir. Barış için yaşamını yitirenlerden bize, bizden mazlum halklara doğru yayılan görkemli bir duruştur sözü edilen:

“ekmek gibi kabaran orada, o yalnız sabahta
sizi sarıp sarmalayan özgürlük,
yurdumdur çünkü benim de.” (s. 23)

Şair, adeta “Hiçbir şeyi unutmadım, unutamam!” dercesine devam eder yoluna. Uçurum imgesine karışan dizelerde birden Gezi’yi anımsarız. Günlük güneşlik bir havada Taksim’den başlayan güler yüzlü direnişin ölüleri aslında yeniden doğuşun simgesi gibi işlenir:

“Ölümü ve yokluğu gördü,
sokaklarında akan kan bizim kanımız
çelenkler ve ışıklar örüyor onlardan haziran ölüleri
süslemek için çınarları, kızılağaçları yeni doğuşla.” (s. 26)

Ve ilk şiirde adı geçen gök gürültüsü, “masmavi elleriyle”  bir daha yoklar karanlığı:

“ölümse uykusuz, yorgun bir aktar
sabah akşam ruhunda lavanta telaşı
‘Bu çocuklar…’ diyor, ‘bu çocuklar…’
gözleri zamansız yaz şimşekleri,
elleri masmavi gök gürültüsü.” (s. 29)

Kanayan günlüklerden biri de Roboski’ye aittir. Anımsarsanız, kış ortası karlı dağlardan inen cenazeleri. Tarihin yüzüne vurulan bir kara gibi ağıtlara sığmaz oldular. Can havliyle yaşama tutunmaya çalışanları, çoluk çocuk demeden binek hayvanlarıyla birlikte yok eden failler, aklı ziyan bir yıkım bıraktılar geride. Köz, bu kitlesel cinayeti “kara gece”yle eşitler ve neredeyse bir zorunluluk sayılan kaçaklığın mahzun serüvenini bir daha özetler:

“Geceydi,
bir dilim ekmekti yukarda ay
aşağıda açlığın mayınıyla
                      	        dağılan gölge
kaçağa giderdik,
çocukluğun ekşimiş aşıydı ölüm
ağılı pıtraklar gibi dalayan ellerimizi
kitli yüklüklerinde dağ gelinlerinin.” (s. 31)

Roboski’yi “Soma karası” izler. Neredeyse toplumsal bir göçüğe neden olan kasıt ve ihmal dolu iş cinayetinin utancı da yere göğe sığmaz. Ancak şairin dile getirdiği isli ağıtlarda her zaman umut ve iyimserlik baskın çıkar yine. Bunun bir de yarını vardır elbet! Sonsuza kadar sürmeyecektir karanlıkların egemenliği:

“Bugün, evet yıldızdan ve ekmekten
söz ediyoruz çocuklarımıza
ve yeni bir gökten onlar için” (s. 36)
Mustafa Köz

İçeride dışarıda nerede olursa olsun, savaş karşıtlığı, en belirgin özelliğidir Köz’ün. Örneğin, Ortadoğu bataklığına gömülen her anne kuzusu derin yaralar açar yüreğinde. Geçenlerde TBMM’de ikinci kez kabul edilen Suriye Tezkeresinin ilki hakkında ilk sözü söyleyenlerdendir. O tezkere ki ahraz bir çoğunlukla meclisten geçse de halkların vicdanından geçemez asla. Sonuçta bireysel bir tepkidir savaş karşıtlığı. Kaldı ki tek yanlı bir gösteri alanı değildir bu. Yaralı Boşluk’un içeriğinde çocuklar, kadınlar, hesaba gelmeyen göçler ve yitiklikler ilk sırayı tutar. Savaş davulları çalarken şair neyi söylemişse, madalyonun iki yanına bakarak, duyumsayarak söylemiştir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. Barış ve dostluktan gayrı her şey son derece yalan, eğreti ve insan doğasına aykırıdır. Dahası oldubittileri ve olacakları bir Suriyeli ağzından duyurmak için ancak sınırsız bir empatiyle olasıdır:

“Çocukluğum burada geçti bay bakan,
isterdim geçsin torunlarınızınki de
ağırlamak isterdim sizin oğullarınızı,
kızlarınızı bu acılı ülkede
isterdim oynasınlar torunların
sizin torunlarınızla Şam’da, Hama’da
sizin kesik başlarını kutsuyor onların,
        			Allah’ın askerleri,
kopuk düğmeler gibi saçılmış başlarını
ülkemin sokaklarına,” (s. 40)

“Suriye İçin Savaş Tezkeresini Onayan Türkiye Meclisine Bir Arap Ananın Mektubu olarak dikkati çeken bu ses, evrensel ölçüde yankıya sahiptir. Arap Ana’nın çığlık çığlığa uyarıları, bilgece bir duruşu da beraberinde getirir. Yani bir bakana hitaben söylenen, “Öldürmek için gönderiyorsunuz / çocuklarınızı bay bakan / oysa biz üleşebiliriz tek üzüm tanesini sizinle / gül ve sabır bağıdır çünkü bizim topraklarımız, / taş demek istemiyoruz ölü oğullarınızla. / dua ve alev bağıdır çünkü bizim topraklarımız, / kül dermek istemiyoruz dul gelinlerinizle / yemin ki size zeytininin ve hurmanın başı için / acı girmeyecek eşiklerinizden içeri, / çocuklarınız kutsal emanetleridir kalplerimizin mahşere kadar / Öldürmeyeceğiz onları, / öldürmeyeceğiz onları.” (s. 44) dizeleri tarihsel bir derstir anlayana.

Onca uyarıya karşın bitmeyen çok boyutlu yıkımın seyrinde neler olduğunu merak edenler, “Savaştan Sonra”, “Göç”, “Gülistan’ın Ağıdı”, “Askerin Yol Türküsü”, “Büyük İnfaz” gibi şiirlerin kapısını çalabilirler. Gerçi anlaşılmaz şekilde taraf olduğumuz bu cehennemde, domino etkisiyle de olsa ister istemez bir şeyleri yaşadık ve gördük. Özellikle sığınmacılar üzerinden yürütülen tartışma ve çatışmalar bitmek bilmedi. Çünkü savaşın nedenleri üzerine değil, sonuçları üzerine odakladı bizi ırkçı kafatasçı kafalar. Örneğin, o gürültü patırtı arasında, Diyarbakır Ezidi Kampı’ndan esinle kaleme alınan “Gülistan Ağıdı”nda, “Kalbim kızıl bir güldür / kokusu toprağımdan / sürüldü geldi ordan / yaprağı darmadağın” (s. 47) diyen Ezidi kadının acısı bile yeterince sarsmadı vicdanları. İşte, bu açıdan Yaralı Boşluk’ta biriken içselleştirilmiş kan ve gözyaşının,  algıyı değiştirmede çok özel bir rol üstlendiğinden söz edebiliriz.

Sadece savaşla ilgili değil, hak hukuk arayışında da seferber eder beynini ve yüreğini şair. Özgürlük, eşitlik, barış, demokrasi gibi kavramlar çerçevesinde varlığını ortaya koyan herkes kuşkusuz çağdaş insanı temsil eder. Bir yerde daha yaşanılır bir dünya özlemiyle karışık adanmışlıktır dile getirilen. Örneğin, bir hukuk faciasıyla içeride yıllarını tüketen şair İlhan Sami Çomakın durumunu öğrenmek isteyenler, önce Karıncayı Yuvasını Dağıtmamak (İletişim Yay., 2021) adlı kitabın sayfalarını çevirsinler, sonra da Mustafa Köz’ün “Çıplak Tay” başlığı altında çizmeye çalıştığı bir şair portresi karşısında -utanç içinde- uzun uzadıya düşünsünler:

“Şiir yazıyorum, uzaklar daha yakın
yakınlar daha uzak
gök bir bardak su,
güneş bir tutam kıvılcım
her sözcük, çıplak bir tay
içim sonsuza yolcu, dışım içime. (s. 56)

“Hayat İçin Öndeyiş”le “Şiir İçin Öndeyiş”te sıralanan dörtlükler, büyük olasılıkla her kapıyı açan özellikleriyle insanı ayakta tutan ışıltılar taşırlar. Şair bu yanıyla bir iyimserlik merkezidir. Kaldı acıyı tanımlamada ve özümsemede ağlak bir tavır göstermez Köz. Gelecek inancına ve özgüvenine sıkı sıkıya yapışır. Her koşulda şaire özgü külyutmaz bir zekâyla yapar yapacağını. Örneğin, katillerle mazlumlar arasındaki sınıfsal çatışmanın özünü göstermek için şöyle bir dörtlük yeter artar hepimize:

“Bataklıkları gösteriyorlar
kuzey sazlarına yurt olan bataklıkları
yıldız çekirdekleri topluyorduk oysa biz
gecenin kara buğdayını bölüşmek için” (s. 62)

Kitabın sonunda, üç boyutlu zaman ekseninde (dün-bugün-yarın) bir başka nehir şiir görünümüyle Salgın çıkar karşımıza. Şair, sanki tarihsel göndermelerle kitap boyunca söylediklerini özetler gibidir. Özü itibariyle ezenlerle ezilenler arasındaki ilişkilerin derinlikli bir şekilde sorgulanmasıdır öne çıkan. Köleci sistemden kapitalizme kadar çağrışım alanına sahiptir. Küreselleşmeyle savrulduğumuz utanç çağında bir şeyleri gözden geçirmenin hesabına durulur. Emeği, alın terini, sevgiyi, paylaşımı, barışı, kardeşliği, dahası insan doğasına yakışan yığınla kavramı, erdemi yeniden anımsatır. Anımsatmakla kalmaz, yepyeni başlangıçların ruhuyla seslenir yenik yüzlere. Görünen odur ki tarihin her kademesinde, “kendi ellerimizle çektik kendi iplerimizi / yasa ve ıssızlığa büründü iki küre” (s. 67) gerçeği, en yakıcı haliyle soru ve ünlem işaretleri üretir beynimizde. Ki insanlığın talan ve yağmasına soyunan her türlü gericiliğin, sonunda yenilgilerden ders çıkaramayanların gafletinden beslendiğini anlarız bir daha. Şiirin sesini öfkeyle güzelleyerek ele geçirmeye çalışırız Yaralı Boşluk’u oluşturan nedenleri:

“Bunun için yüzde hesapları, döviz kurları, tahviller
füze sözleşmeleri, borsa endeksleri, grafik eğrileri ve talan
bunun için köstebekler gibi uyuyor yeraltı kasalarında
yargıçlar, devlet başkanları, LSD baronları, kan yarasaları
ölümün ve yasanın sömürgen zebanileri
bunun için kusuyorlar kursaklarındaki kanı iyiliğin damarlarına
bunun için mühür değil, ölüm basıyorlar kitaplara
bunun için atom reaktörleri, nükleer santraller, silah fabrikaları,
bunun için tapınaklar, ayazmalar, din pazarları, ayinler
bunun için simsarların tefecilerin avuçlarındaki bataklık
bunun için karakollar, bankalar, karteller, hamburger sığırları
bunun için kapan gibi gerilmiş yürekleri barbarların
bunun için kötülüğün mürekkebiyle kirlenmiş kâğıt hamuru
bunun için kurumuyor mızraklarının ucundaki katran
bunun için güherçile ve barut doldurulmuş ambarlarıyla soysuzlar
kara erk, kalpazan, pezevenk, tacir, kaçakçı, bezirgan
denek hayvanları gibi dizerek açları sınır boylarına
dişletiyorlar kaba etlerini besili köpeklerine.” (s. 74)

Onca sayıp dökmenin, öfkenin, lanetin, meydan okumanın sonunda, “Ama şimdi,”yle (s. 78) başlayan şiirin son bölümünde, yan yana yinelenen  “elveda ve merhaba” sözcükleriyle, dünyayı yaşanılır kılacak bir muştuyla karşılaşmış gibi oluruz. Şair, böylece “Bize dar ettiler sevinçleri / geniş geniş yaşamaklarda.” (s. 53) dediği Çağ Ağrısı’ndan bir solukta uzaklaştırır bizi:

“elveda ve merhaba olasılıkların, zamansızlığın yüzyılı
elveda ve merhaba alevli kasırgaların, diri salgınların yüzyılı.

Acının taze bir badem gibi soyulduğu çiğ yüzyıl
                                                                          elveda sana!” (s. 78)

Her türlü insanlık ağrısını birbirine bağlayan Yaralı Boşluk, dinmeyen kanaması ve onurlu duruşuyla uzun süre kendinden söz ettireceğe benziyor.

*Yaralı Boşluk, Mustafa Köz, Ve Yayınevi, 1. basım, Eylül 2021

Ahmet Günbaş, Çini Kitap, Mart-Nisan 2022, Sayı 71)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir