Ülkü Başsoy açılış konuşmasını yaparken, elinde Anacığım Merhaba kitabı. Çanakkale.
Ülkü Başsoy

Söyleşi: Oğuzhan Yeşiltuna

Peyniraltı: Şairin size yolladığı mektuplardan, kartlardan ve Ece Ayhan şiiri hakkındaki enfes yazınızdan oluşan Anacığım Merhaba’da şairden bir alıntı özellikle öne çıkıyor: “aldırma, yaşam bu, çıkar yol başlangıçta da yoktu ki.” Gerçek dostlukların da yaşam için birer çıkar yol olduğunu düşündüğümüzde, Mülkiye’de, neredeyse yaşam boyu sürecek dostluğunuzun temeli nasıl atıldı? Yollarınızın birbiriyle kesişmesi nasıl oldu?

Ülkü Başsoy: “Aldırma, yaşam bu, çıkar yol başlangıçta da yoktu ki” söylemi/düşüncesini Ayhan bana yurt dışına [Buenos Aires] 29 Ağustos 1965 tarihiyle gönderdiği mektubunda yazmış. Yaklaşık bir yıl önce yaşamımın en sevdiğim kişisi 21 yaşındaki Mülkiye 3. sınıf öğrencisi kardeşim Savaş Başsoy’u kaybetmişim, haberim yok! Bana onu haber veriyor. Olayı benden saklamış olanlara kızıyor, “ama ben yazmayacak hayvan değilim,” diyor.

Söylem, 1950’lerin ortalarına doğru bize egemen olan -aslında çok da iyi bilmeden- Camus, Sartre, Kafka (o yıllarda bir de Ezra Pound, T.S. Eliot ve Lorca var) karamsarlığının bir izdüşümü. O günlerin gençlik heyecanı içinde kendimizi biraz da isteyerek kaptırdığımız yaşamın güçlüğü, çekilmezliği, karayı, karamsarlığı sevme ve “kurtuluşu” intiharda görme – bulmayı isteme eğilimimizin göstergesi (bu arada Demir Özlü’nün Bunaltı’sı çıkmıştı, sanırım yıl 1958). Yaşamını “intihar”la sonlandıranları övüyoruz, onlara öykünüyor, onları kahramanlaştırıyoruz. Bu duygu/düşünce içimizde (Anacığım Merhaba’da sözünü ettiğim dörtlü yumak Üner Birkan, Ece Ayhan, Aydoğan Tuncer ve Ülkü Başsoy) en çok Ayhan’ı etkilemiş durumda; ara sıra Ayhan’ın kendisine bir şey yapacağından çekiniyor, onu kolluyoruz. Kitapta da değindim, sonunda Ayhan bir intihar girişiminde bulunuyor ama nedeni Ayhan’ın belirttiği “yaşamda çıkar yol bulunmadığı” konusu değil.

Kitapta, bunu açıklamayacağımı söylemiştim. Gerçekten kendiliğinden oluşan, hep derinlere giden, solmayan, unutulmayan arkadaşlıklar (aşk gibi sokak tüketimi gündeliğe düşmüş dostluğu ben bir başka yüksek düzlem, yüksek aşamada derecelendiriyorum. Bu anlamda kaçımızın, bu arada Ece Ayhan’ın, yaşamda kaç gerçek dostu olabilmiştir? Kolay tüketim, gevşek kullanım dostluğun özünü tüketmiş, yalama geçirip tutmaz olmuş) bize yaşam gücü, tutamağı vermiştir. Bunun yapıştırıcısı, toplumumuza o yıllar başta devlet olmak üzere en nitelikli biçimde sunulan ve bizim onlara deliler gibi sarıldığımız “sanat” olmuştur: Şiir, yazın, çok sesli/çizgili müzik, tiyatro, opera, sinema, sonraları bale! Bizi birbirimize sanatın tüm türlerine olan düşkünlüğümüz bağladı. Bu uğurda sınıflarda çaktık, dönüp durduk! Yollarımızın birleşmesi işte 1953 yılında Mülkiye’nin birinci sınıfında birbirimizle sanat yoluyla kaynaşmamızla başladı ve çok sıkılaştı, sürüp gitti. İzleyen yıllarda ayrı dallarda gelişen iş yaşamımız bizi ayırdı, ben 40 yılımı dış ülkelere gidip dönerek geçirdim.

Anacığım Merhaba, Ece Ayhan'ın mektuplarından oluşan kitap.

Peyniraltı: Ayhan kaymakamlık yaptı, sonra ayrıldı. Değişik Türkiye birimlerinde koşuşturdu. En başta şiirini, ardından hakkında yazılanları okuduğumuzda, ona yetişememiş bir nesil olarak, bugün Ece Ayhan denince aklımızda kimi zaman öfkeli kimi zaman haylaz, sıkı muhalif ve anlaşılması, geçinilmesi emek isteyen bir şair portresi canlanıyor. Ece Ayhan’la yakın arkadaş olmak, diğer arkadaşlıklardan biraz daha fazla emek isteyen, fedakârlık gerektiren bir dostluk ilişkisi miydi?

Ülkü Başsoy: Kimi arkadaşları Ayhan’ı herkesle konuşmayan, kendini beğenmiş, sinirli hatta geçimsiz olarak niteliyorlar ama ben en azından onun Mülkiye dönemi için öyle düşünmüyorum. Siyasal görüşleri dâhil, ters – “muhalif”, bir kişi de; direnişçi de değildi, Ayhan. Pek belirgin olmayan değişik bir yapı sezdirmekle birlikte gözle görünür sivri yönleri yoktu. Yumuşak, incelikli gülmeyi seven, zaman zaman heyecanlı, kimileyin içine dönük, nazik bir kişilik. Örneğin ben Ayhan’ın hiç küfrettiğini duymadım. Haylazlığımız ise hiç yoktu. Zamanımızı çok çok iyi değerlendirdik doğrusu, hep öğrendik ve ürettik. Ayhan’la benim sınıflarda 2 kez dönmemiz sanırım “haylazlık” sayılmaz!

Bu nitelik ve özelliklerini, yaklaşımlarını kökten değiştiren etkenler, yaşama atıldıktan sonra oluşmuş. Ben bunu yurtdışından ilk dönüşümdeki 1968 yazı İstanbul buluşmamızda gözlemledim. Birkaç ay sonra da hapse girdi. Kaymakamlık dönemi ve sonrasında karşılaştıkları, ömrünün sonuna değin verdiği yaşam savaşımı, iniş-çıkışlar, öngörülemeyen gelişmeler, dayanmak zorunda kaldığı anlayışsızlıklar, ilgisizlikler, açlıklar, beklentilerini hiç karşılamayan değerlendirmeler topluma ve kişilere bu arada çevresine karşı onu geçimsiz kılmıştır. Bu yönlerini ben yurt dışındayken onun Ankara ve Bodrum’da oldukça yakınında bulunmuş Mülkiye’den ortak arkadaşımız Özcan Yalım’dan Foça’da; ölümünden birkaç yıl önce İlhan Berk’ten Bodrum’da ve özellikle en yakın arkadaşı Üner Birkan’dan da İzmir’de ayrıntılı biçimde dinledim. Dahası banda aldım. Bir de 40 yaşlarındayken başlayan, sonra yaşamsal derecede tehlikeli hale gelen bir beyin hastalığı ve geçirdiği ağır ameliyat var. Bu arada, özel yaşamdaki cinsel tercihleri, toplumsal dizgenin baskıları…

Peyniraltı: Ece Ayhan’ın şiir yazmadığı zamanlarından Türk şiirine damga vurmasına dek gelişen bir sürecin en yakın tanıklarındansınız. İlk zamanlarında yazdıklarını size okuttuğunda, şiirleri hakkında ne düşünürdünüz?

Ülkü Başsoy: Ayhan şiirlerini 1954 yılında, önce Ankara’daki edebiyat dergilerinde yayımlamaya başladı. İlk şiirleri Türk Dili Dergisi’nde çıkmıştı. Sonra ilk kitabı, Kınar Hanım’ın Denizleri çıktı. Benim bu kitaba ayrı bir düşkünlüğüm vardır. Oradaki şiirlerinin çoğunu bana/bize okutmuştur (kendisi üstelememize karşın okumazdı bize şiirlerini). Bana kalırsa seslendirdiğimizde şiirindeki “müzik”in kaçacağı kaygısını taşıyordu ki haklıdır (Ece Ayhan ve müzik, Ece Ayhan şiiri ve müzik, yeniden yeniden incelenebilecek bir konudur). Şiirlerini bizim de içimizden okumamızı isterdi (Ayhan şiirin -en azından kendi şiirinin- seslendirilemeyeceği kanısını taşıyordu). Yepyeni bir ses, söylem, biçem ve içeriğinde karmaşıklık vardı, karşımızda!

Aslında gerçekten de çerçevelenebilecek bir “içerik” taşıyor muydu şiirleri? Biz ya da başkası nasıl girebilecekti bu şiirin içine? Okumayı bitirdikten sonra yüzümüze sorgulayan gözlerle bakardı. Ben bir şey söyleyemezdim, belli belirsiz gülümserdi. Sonradan ayırdına varır oldum; sanırım şiirini çıkaramamış olmamızdan bir çeşit kıvanç duyuyordu. Okuyanın bir gizemli tat duyması, o müziği, ritmi algılaması, çağrışımlar/çıkarsamalar yapması yeterliydi sanırım onun için. Bugün de böyle olmuyor mu?

Peyniraltı: Şiirleri hakkında olumlu/olumsuz yorum yaptığınızda onun tepkisi nasıl olurdu?

Ülkü Başsoy: Bizim (benim) okurlarının şiirlerini sökemediği/miz kanısını taşıyordu. Şiiri, şiirini bilmiyorduk. Haklıydı. Ama kim biliyordu? Ancak o günlerde arkadaşlarımızdan biri dizelerden anlam çıkarmaya çalıştığında, tuhaf ama sevinir, yüreklendirir, onu, bir anlam çıkaramamış olana örnek gösterir gibi yapardı!

Peyniraltı: Anacığım Merhaba’nın yayımlanmasının ardından Nihat Ziyalan, kitap hakkında [Aydınlık] Kitap’a yazdığı yazıda bir soru sormuştu. Yazıyı okuduktan sonra aynı soru benim de aklıma takıldığı ve sizin ne düşündüğünüzü merak ettiğim için aynen soruyorum: “Ayhan Çağlar’ken bir süreliğine İzmir’de bir lisede okumuş. Şiir yazmadığı halde “Türkiye’nin en iyi şairi ben olacağım,” demiş. Şiir yazmaya başladığında adının önüne Ece koymuş. “Bundan sonra Ece Ayhan olacak!” Ece kraliçe demek. Neden Kral Ayhan dememiş acaba?”

Ülkü Başsoy: Ayhan’ın İzmir’de sadece birkaç ay okuduğu lise İzmir Atatürk Lisesi’dir. Yıl 1949 olmalı. Üner de ben de aynı lisedeyiz. Ben anımsayamadım ama “Türkiye’nin en iyi şairi ben olacağım,” savını Ayhan bana söylemiş. Ben bu sözünü lisede ve sonra Mülkiye’de hep yakınımda olmuş sanatsever/sanatçı-müzisyen arkadaşım Üner Birkan’a aktarmışım. Ölümünden önce, Ece Ayhan’ı kendisiyle İzmir Karşıyaka’daki evinde ayrıntısıyla konuştuğum Üner Birkan bunu bana özellikle anımsatmıştı! Ece “kraliçe” anlamına da geliyor ama Ayhan “ağabey” anlamına geldiğini yazmıyor mu? Bana kalırsa, doğrudan söylememiş ama o “tek”liğinin iyiden iyiye ayırdındaydı. Şiirine, biçemine güveni tamdı. Duruşu, bunun kendisine sağladığı yüreklilikle olanaklıydı. Öyle olmasa bu denli acıya nasıl katlanabilir, direnebilirdi? Ben bunu Anacığım Merhaba’nın 39. sayfasında şöyle belirttim: “…Ece Ayhan, özellikle döneminde ve belki bugün de ‘primus inter pares’ değildir; benzeri görülmemiştir, gelmesi de güçtür. Benim de biçtiğim gibi, O hep ‘tek’: –Le Roi.”

Peyniraltı: “Ben şair filan değilim, ben etikçiyim. Hegel gibi teoloji okumak isterdim,” diyen şairin şiirlerinde hayat kadınlarından sıklıkla bahsetmesini nasıl okumalıyız?

Ülkü Başsoy: Ben Ece Ayhan’ın bu sözlerini, bir şair açıklamasını “nesnel” değil, “eleştirel” ve belki de öznel bir “görüngücülük” yaklaşımıyla değerlendirmek isterim ama konuya ilişkin donanımımın yetersizliğini bildiğimden, böyle bir işe girişemem. “Ben etikçiyim, Hegel gibi teoloji okumak isterdim,” tümceleri de bana eksik söylemler gibi görünüyor. Hegel teolojiye sığmıyor ki! Marx’a doğru yol alıyor. Ama unutmamalı; şair/sanatçı her şeyi söyleyebilir.

Melahatlar – “hayat kadınları”, pezevenkler, çocuklar ve oğlanlar – pek ilginç, renkli olgular, toplumsal ve tarihsel yaşamımızın bir kalıtı niteliğiyle Ece Ayhan’ın yaşamı ve ürünlerinde özel bir yer tutmuştur. Bunda, bence Cumhuriyet’in en başarılı ve uzak görüşlü kurumlarından biri olan “devlet kontrolü”ndeki kerhanelerin, hayat kadınlarının – onların dramlarının önemli rolü olmuştur. Bu yerleri hepimiz gibi gençliğinde Ece Ayhan da görmüş, yaşamıştır. Çanakkaleli Melahat’siz bir Ece Ayhan düşünülebilir mi? Kendisi kitaplarından birinde konuyla ilgili olarak, coşku içinde tam bir açıklık ve yüreklilikle, orospu ve pezevenk bağlantısını da açıklamıştır. Melahat/lar, Ayhan’da, oldum olası tutucu toplumumuz tarafından ezilen insanın ve bu kapsamda kadının dramı, yüceltilmesi ve başkaldırısının manifestosudur.

Peyniraltı: Şairin şiirler toplamına baktığımızda ‘çocuk’ sözcüğü, Bütün Yort Savul’lar!’da yer alan 179 şiirde neredeyse yüz kez kullanılmış. Şairin ‘çocuk’ kelimesine alternatif olarak bir o kadar da ‘oğlan’, ‘kız’ gibi kelimeleri kullandığını görüyoruz. ‘Çocuk’ imgesini şiirinin potasında eriten Ece Ayhan’ın günlük hayatta çocuklarla arası nasıldı?

Ülkü Başsoy: Doğrusu bu konuda pek bir şey söyleyemem, ama Mülkiye dönemimizde Ayhan insanları ve toplumu seven-sayan bir genç olmuştur. Parasızdık ama o yılların Ankara’sı bize hemen dünyada hiçbir ülkenin veremeyeceği denli sanat yoğunluklu bir çevre sağladı. Bunun etkilerini o zamanki toplumun ve kurumlarının genel nitelikteki düzeylerinin yüksekliğinden çıkarmamız da olanaklıdır.

Aramızda özel olarak pek konuşmadık ama Ayhan’ın çocukluğunun eziklik, yoksulluk içinde geçtiğini biliyorum. Orta ikiden ayrılmış çocukların acısı içine işlemiştir. Ezilmeyi, ezikliği görmüştür. Belki kendisi de bir ara orta ikiden “belge” alma korkusu geçirmiştir. Bence bu güçlü bir olasılıktır. Çünkü 1930 doğumlu Ayhan’ın Mülkiye’ye 1934 doğumlu bizler; Üner, Aydoğan ve öteki arkadaşlarımızla birlikte 1953 yılında girmiş olması, lise ya da ortaokulda birtakım kayıpları olduğunu söylemektedir. Kendisi de 1930’lu olan Özcan Yalım, Ece Ayhan’la yaptığı, banda da aldığı, özel görüşmelerinde bu konuyu üsteleyerek öğrenmek istemişse de Ayhan’dan açık bir yanıt alamamıştır. Sevgili Özcan, Ayhan’la olan söyleşilerinin tutanaklarını, bantlarını ölmeden önce bana verdi. Diyeceğim, Ece Ayhan’daki çocuk, oğlan, kız da; Melahatlar’da olduğu gibi güçlüler tarafından ezilen, kullanılan küçükleri gençleri, insanları simgelemektedir. Bunun, ayrı bir kategori olan erotik yaklaşımlarıyla ilişkili olacağını düşünmüyorum.

Peyniraltı: Kitapta yer alan yazınızda, “Ece Ayhan, çoksesli müziğin insanlığın ortak dili olduğunu kavramıştı. İç müziklerini açabilip paylaşanlar, mutluluğun ölümsüzlüğünü de bölüşebilirler. Orada dostluk vardır. Mutluluklar barışı, barış mutlulukları, dostluğu yeşertecektir. Bana göre Ece Ayhan’ı ozanlarımız arasında ‘benzersiz, özel’ yapan niteliklerden biri, işte çoksesli müziğe iyice, yakından bakabilmeye, onu anlamaya çalışması olmuştur,” diyorsunuz. Müzikal ritmin yanında sinematografik öğeler taşıyan şiirlerini de düşündüğümüzde Ece Ayhan öğrencilik yıllarında ve sonrasında müzik ve sinemadan nasıl beslendi?

Ülkü Başsoy: Söyleşimizin bu bölümü benim yönümden heyecan verici nitelikte; açıklaması da o derecede güç. Sanatsal müzik deyince ben evrensel müziği anlarım. Başta Üner Birkan, Ece Ayhan için de öyleydi. Bizim kuşağımız devrimci cumhuriyetimizin ikincisiydi. Bu uygarlık öğretilerini öncelikle müzik, resim, felsefe, sosyoloji, mantık, psikoloji, matematik, biyoloji (evrim) ve beden eğitimi ve öteki derslerimizde aldık. Evrensel müzik klasik-çağdaş çok sesli/çok çizgili müzikle caz müziğidir. Bunun dışındaki müzikler, yerel (halk müziği/folklor ve öteki tür müzikler), bölgesel değer taşıyan müziklerdir, değerleri bulundukları coğrafyayla sınırlıdır. Tüm insanlıkça paylaşılabilen müziksel değerleri yoktur. Sanattaysa amaç insanlığa, insanlığın tümünün ortak değerlerine ulaşmaktır. Müzik benim “yumuşak karnım”. Yakınlarım, beni sevenler ve sanatla uğraşan arkadaşlarımla ilişkilerim çoğu kez aramıza müzik konusu girince açılır.

Bugünkü dünya sorunlarının görünmeyen ana nedeni, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yerküre insanlarının müzik ekseninin, anaparanın bastırması nedeniyle müzik sanatının tam tecimleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır/çıkmaktadır. Bugün amacı doğrudan ve dolaylı sömürme olan ve karşımıza “tüketimcilik” olarak çıkan çağdaş faşizmin dayatmasıyla uygulanan anamalcı bastırmayla tüm insanlık “küreselleşme” yoluyla köleleştirilmiştir, bu süreç sürmektedir. Politik-ekonomik-toplumsal(ekinsel) dizgeleri dayatanların 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte, işte 1950’lerden bu yana işe öncelikle, müziği düşürmekle-bozmakla başladıklarının ve sonunda insanı, insanlığı vurduklarının, düşürdüklerinin deneyimini yaşadım.

MÜZİKSEL DÜŞÜŞÜN TOPLUMSAL ETKİLERİ

Bugün dünyadaki hemen tüm gençlerin, çocukların bu küreselci canavarlar tarafından yarım yüzyıldan fazla süredir her yoldan dayattıkları, yalınlığıyla alışkanlık yaratan ve aslında kirlilik olan bu seslerin dışında kalan bir müzikte yaşayabilmeleri olanaksızdır. Pek çıkmaz ya, direnebilen; okul, sınıfları dâhil, kusulur! Ne var ki müzik adı altında bu ses kirliliğine sokulan kitleler içlerindeki kuraklığın, alıştıra alıştıra ilerleyen iklim değişikliğinin uyuşturucu yıkımlarından habersiz, mutludurlar. Öznedeki müziksel düşüş toplumların da aynı doğrultuda düşmesiyle sonuçlanarak insancıl değerlerin yerle bir olmasına (ölümcül çevre sorunları, özelikle yoksul ülke halklarının birbirlerini öldürmesi için üretilen ve kışkırtıcılık yapılarak onlara satılan silahlarla gerçekleştirilen savaşlar, milyonlarca insanın birbirini öldürmesi, iklim değişiklikleri, inanç uyuşturucularının köktenleşerek teröre dönüşmesi ve yaygınlaşması, sanat eserlerine sevgisizlik, saldırganlık vb.) yol açmıştır. Küresel ölçekte ve yaşamsal önem taşımakta olan konunun bir kere ekseninden çıkmış olmakla yeniden insancıl dizgeler içine oturtulması artık yeni devrimlere gereksinim göstermektedir. Diyeceğim, durum umutsuz.

Sonuç olarak evrensel insanlık değerleri ve bu kapsamda nitelikli çok sesli/çizgili müzik yeryüzünün çoğu varlıklı küçük bir burjuva müziksever takımının, kendimiz dâhil, ilgi alanı durumuna indirgenmiştir. Biz 1953 yılında Mülkiye’ye geldiğimizde ikinci kuşak Cumhuriyet gençleri olarak lise kazanımlarımıza bu kez uygulamalı katkılar yapabilecek bir ortama gelmiş olduğumuzu heyecan içinde algıladık. Aslında bu heyecan tüm aydınlar, sanat-ekin kurumlarında da var. Ankara’da her akşam 4-5 sahne birden (opera, tiyatro) perde kaldırıyor. Sanatçılar 1. sınıf.

ECE AYHAN’A İLGİ HEP SÜRECEKTİR

Bir gece Bolshoi Balesi tüm kadrosuyla Büyük Tiyatro sahnesinde. Biletimiz yok ama bir biçimde sızıyoruz içeriye. Opera’da Leyla Gencer, Suna Korad söylüyor, Yıldırım Önal, Yıldız Kenter, Konservatuar’ın yeni mezunları ama Yıldız Hanım’ın dediği gibi, “Avrupa çapındalar” dünya çapında yorumlar çıkarıyorlar, Schiller’de, İbsen’de. Bu arada bilinenlerin dışında bir Helikon Kuvarteti de var. Bülent Arel, İlhan Usmanbaş, İlhan Mimaroğlular var. Gerçekten lisede aldıklarımızı uygulamayla pekiştiriyoruz. O kadar ki birkaç yıl sonra özellikle tiyatro ve operada, beğenmediğimiz oyunları, aktör ve aktrisleri “yuhalamaya” başlıyor ve Türkiye’ye ilk kez Tunç Tayanç’ın deyişiyle “yuhalama özgürlüğü”nü getiriyoruz. Bunları Ece Ayhan’la yaşıyoruz hep. Ayhan bu dönemi doyasıya yaşadı Ankara’da ve İkinci Yeni şiiri bana göre öncelikle onda patladı ve yayıldı. Öyküsü uzar gider…

Anacığım Merhaba’daki “Ece Ayhan, çoksesli müziğin insanlığın ortak dili olduğunu kavramıştı. İç müziklerini açabilip paylaşanlar, mutluluğun ölümsüzlüğünü de bölüşebilirler. Orada dostluk vardır. Mutluluklar barışı, barış mutlulukları, dostluğu yeşertecektir. Bana göre Ece Ayhan’ı ozanlarımız arasında ‘benzersiz, özel’ yapan niteliklerden biri, işte çoksesli müziğe iyice, yakından bakabilmeye, onu anlamaya çalışması olmuştur,” açıklamam, evrensel müziğin/sanatın insanlar arasındaki bağı, arkadaşlık hatta dostluk duygularını nasıl perçinleyici olduğunu ortaya koymaya çalışan coşkulu bir açıklama. Gerçekten Ayhan müzikteki evrenselliği şiirinde de yakalamak istemiştir. Bence yakalamıştır da. Onun için hak ettiği ölçüde olmasa da Ece Ayhan dünya şiir çevrelerinde de okunmakta, sevilmektedir. Eminim ona ilgi, sevgi ve merak hep sürecektir. Sinema konusunu Pasolini bağlamında bir başka bölüm yapayım.

Peyniraltı: Cemal Süreya, “Şairin hayatı şiire dâhil,” der. Ece Ayhan, hayatını şiirine ne kadar dâhil ederdi? Ortak yaşanmışlıklarınızı doğrudan, bir şiirde ya da bir dizede, gördüğünüz oldu mu?

Ülkü Başsoy: Cemal Süreya’nın bu açıklamasının bir benzerini bir yazısında Ayhan da yapmış. Onun bu anlayışıdır ki beni Anacığım Merhaba’nın içeriğinde oldukça özgür olmama yol verdi. Benim dikkatimi çeken bir yön Ece Ayhan’ın tüm ürünleri ve mektuplarında “din”e şu ya da bu bağlamda hiç yer vermemiş olmasıdır. Bir de 5-6 yıl kadar evli kaldığı eşi Hafize’ye. Sanki yok! Ayhan düzyazılarında özel yaşamına değgin bilgileri kendisi de vermiş. Kimisi satır aralarında. Düzyazı kitaplarından birkaçında bizim özel arkadaşlığımızdan, Üner’den de söz etmiş. Hatta benim babamdan bile! Ayhan’ın şiirlerinde özel arkadaşlarından söz ettiğini ben anımsamıyorum? Biçemi değil! Belki vardır ama ben anımsamıyorum.

Peyniraltı: Bir çırpıda yanıtlamak ya da içlerinden seçmek zor olsa da sizde yeri en özel olan Ece Ayhan şiiri hangisidir? Nedeninden kısaca bahseder misiniz?

Ülkü Başsoy: Ben “Kudüs Fareleri”ni çok severim. Sesli okumasını da; çağrılı olduğum toplantılarda okurum. Dinleyiciler uygunsa bu şiirin İngilizcesini de okurum. Anımsayacaksın geçen yaz Gümüşlük Akademisi’nde de -Türkçesini- okumuştum. İzmir’deki bir radyoda da okudum. Çanakkale’deki Ece Ayhan Evi’nin açılış töreninde de. Acaba Ayhan bilseydi, duysaydı ne derdi? Biraz teatral de okuyorum ama tiyatrocununki gibi değil. Bu bağlamda, genel kanının aksine ben tiyatrocuların iyi şiir okuyucusu olamadıkları izlenimi taşıyorum. Bir de bana Zürich’ten gönderdiği el yazması “İstanbul’un Ölünmüş Kadınları” şiiri var. Çok severim o “çarşambalı” şiirini. Sesli okuması hiç de kolay değildir. Bu şiirini sonradan “Benares’in Ölünmüş Kadınları”na çevirmiş ve yayımlamış. Önceki şiir ilk kez Anacığım Merhaba’da yer aldı.

Peyniraltı: Şiiri okunamaz olarak görmesine rağmen bugün internet aracılığıyla son dönemlerinde şiirlerini okuduğu ses kayıtlarına rastlıyoruz. Bu bir fikir değişimi miydi? Ne düşünüyorsunuz?

Ülkü Başsoy: Demek ki sonunda Ayhan’ın da kanına girmişler! Ama İlhan Berk gibi, Nâzım Hikmet gibi o da şiirinin hakkını pek veremiyor! Ama iyi ki okumuş, onun pek özlediğim sesini şiirinde yeniden duymak hoşuma gidiyor. Özlem gideriyorum.

Peyniraltı: Anacığım Merhaba, hem edebiyat tarihi hem de şiir okurları açısından arşivlik bir çalışmaydı. Elinizde Ece Ayhan’a dair henüz gün ışığına çıkmamış başka parçalar da var mı? Varsa aklınızda bunları yeni bir başlık altında birleştirmeyi düşünüyor musunuz?

Ülkü Başsoy: Ödemiş’teki evimde henüz açmadığım birkaç küçük kutu dolusu mektup, kart vb. var! Acaba oradan da bir şeyler çıkar mı bilemiyorum. Önümüzdeki yaza açabilirim belki. Zamanım olursa bu kez Ece Ayhan hakkında arşivsel olmayan bir şeyler yazmak isterim.

Benim Bodrum’daki evimin 4-5 ayazlığı (teras) var. Orada “Doğa’dan Özneler – Kaya – Kütük Konuşlandırmaları/İlişkilendirmeleri” var. Bir de duvarda kütük parçalarından yüzler. Birisi, en yamuğu Ece Ayhan! Onların manifestosunu yazmak istiyorum ama konu çok geniş. Ece Ayhan’dan eminim benim kütüklerim, kayalarım da söz edeceklerdir. En son film/sinema konusuna, kısaca değineyim: Bu söyleşinin zamanlaması ilginç bir tarihe rastladı. 6 Mart günü eşimle birlikte 12. yüzyılda kurulmuş Bologna’ya bir ekin-sanat gezisi yaptık. 38 km’lik porticolu sokaklarıyla da tanınan ve Dante’yle Enrico Fermi gibi kişilerin okuduğu Avrupa’nın en eski üniversitesinin yer aldığı Bologna’nın Modern Sanatlar Galerisi’nde doğumunun 93. yılı nedeniyle Pasolini’nin (Bologna, 1922 doğumlu) her zaman yakalanamayacak bir sergisi var. Olacak şey değil. Sergide Pasolini’ye ait hemen her şey gösterime sunulmuş. Filmlerinde kullanılan tarihsel giysiler dâhil. Maria Callas’ın Medea giysisi tüyler ürpertici, aslında ötekiler de.

ECE AYHAN VE PASOLİNİ

Ece Ayhan, Pasolini’ye düşkünlüğünü yazmış. Aralarında ortak kişilik özellikleri de var: Biri sinemada, öteki yeni bir şiirde önü çekmiş devrimciler, sıra dışılar. Bir bakıma gerçeküstücü. İkisinin de “anne” tutkuları çok derin. İkisinin de cinsel tercihleri toplum değerlerine ters düşüyor. Tepkiler alıyorlar, bu yüzden ikisi de hapislere düşmüşler. İkisi de içinde yaşadıkları toplumun toplum düzenin karşısında. Ece Ayhan, “bir insan topluluğunda yaşadığımı sanmıyorum,” diyor. Pasolini, modern faşizmi “tüketimcilik”te buluyor. Her ikisinin de verdiği ürünler gelenekselciliğin dışında, gerçeğin ötesi ya da dışında, fantastik!

Sergiyi gezer, verilen bilgileri okurken sanki Ece Ayhan da yanımda oldu. Ece Ayhan’a Pasolini’de sıkça rastladım; onun için de baktım her şeye. Ayhan bana 1975 yılında Zürich’ten Viyana’ya gönderdiği bir kartta Türkiye’ye döndüğünde film işine, sinemaya gireceğini yazıyordu. Öğrencilik zamanımızda da sinema ve tiyatroya ilgisi büyüktü. Önemli şairlerin hepsinin eninde sonunda tiyatro yazdığını bana kaç kez söylemiştir. Birlikte bolca sinemaya giderdik. Bunu güncelerinden birinde de yazmış: “Ülkü Başsoy’la sinemaya!”

Peyniraltı Edebiyatı, Nisan 2016, Sayı: 35, s. 13-16

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir